9.12.19

POLİS KOLEJİ / AKADEMİSİ TARİHÇESİ



POLİS KOLEJİ

Emniyet teşkilatına amir yetiştiren Polis Enstitüsü/Akademisine öğrenci yetiştirmek ve lise derecesinde eğitim/öğretim yapmak üzere 3201Sayılı Emniyet Teşkilatı Kanunun19. Maddesi gereğince 15 Haziran 1938’de ulu önder Atatürk’ün direktifleri ile Anıttepe’deki Polis Enstitüsü binasında/kampüsünde kurularak faaliyete geçmiştir.
1938 yılında birinci dönem için okula 50 öğrenci kabul edilmiş ve bu öğrenciler 3 yıl sonra, 1941 yılında mezun olmuşlardır. 1950 yılında -bir takım kötülemeler sonunda- kapanarak, 8 yıl aradan sonra 1958 yılında yeniden öğretime başlamıştır. Kuruluşundan itibaren Anıttepe’de hizmet veren polis koleji, 1978 yılında Ankara'nın Yenimahalle ilçesindeki Çamlıca mahallesine taşınmıştır. Eğitim süresi başlangıçta 3 yıl iken, 1980 yılından itibaren 4 yıla çıkarılmıştır.
Ankara dışında 1985 yılında Afyon, İstanbul ve İzmir illerinde de kolejler açılmış, 1988 yılında Afyon Koleji kapatılarak Adana ve Kayseri illerinde kolejler açılmış, 1992 yılında Adana, Kayseri ve İzmir, 1994 yılında ise İstanbul Polis Koleji kapatılmıştır. Açık olduğu dönemlerde İstanbul polis koleji 1102, İzmir polis koleji 549, Kayseri polis koleji 244, Adana polis koleji 267 öğrenci olmak üzere toplam 2162 mezun vermiştir.
2002 yılında yapılan değişiklikle koleje bayan öğrenci alınarak karma eğitim başlanmıştır. Türk kadınının polis teşkilatına alınması da 1932 yılındaki kanun değişikliği sonucu gerçekleşmiştir.
Polis Koleji olarak Ankara geleneksel öğrenimine yine tek başına devam ederken 2004 yılında bu kez Bursa Polis Koleji açılarak 2005 yılında eğitim/öğretime başlamış, sonrasında 12.3.2012 tarihli EGM olurları ile öğrenci kontenjanını Ankara’da bulunan Polis Kolejine aktararak kapatılmıştır.
 Ankara’da bulunan Polis Kolejine 2012-13eğitim/öğretim yılı itibariyle öğrenci alımı durdurulmuş, ancak 2013-14 yılı eğitim/öğretime devam edilmiş, 27.3.2015 tarihli 6638 Sayılı İç Güvenlik düzenlemesi kapsamında Kolej kapatılarak öğrenciler milli eğitim bakanlığına bağlı dengi okullara nakledilmişlerdir.
Polis Akademisine bilgili ve disiplinli öğrenci yetiştiren bir eğitim öğretim kurumu konumunda olan Polis Koleji, kurulduğu 1938 yılından 64. Dönemin mezun olduğu 2014 yılına kadar 8.442 öğrenci mezun vermiştir. Ayrıca farklı illerde/tarihlerde açılan/kapanan diğer kolejlerle birlikte toplam 10.894 öğrenci mezun olmuştur.


POLİS ENSTİTÜSÜ /AKADEMİSİ

1930’lu yılların başında İstanbul polis okulu tek başına yeterli olamayınca, okul işlerinin yeniden düzenlenmesi ve Türk milletinin sosyal bünyesine uygun nitelikte, ileri görüşlü polis amir ve memurlarının yetiştirilmesine gerek duyulmuştur.
Özellikle Lozan polis enstitüsü ve Viyana polis teşkilatı göz önünde tutularak modern bir polis enstitüsü kurulmasına karar verilmiştir. Kurulan bu okul ile emniyet hizmetlerinin orta ve üst kademe amir ve yönetici kademelerinde verimli bir şekilde çalışacak kültürlü, mesleki beceri ve davranışlara sahip, kanunlara, Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı, disiplinli polis amirleri yetiştirilmek istenmiştir.
Polis Enstitüsü,3201 S.K’nun yayımlandığı tarihten 5 ay sonra, 3201 S.K. Md.18 gereği 6.11.1937’de açılmış ve Anıttepe’deki binasında eğitim ve öğretim faaliyetlerine başlamıştır. 
Polis enstitüsü, milli eğitim sistemi şartlarına bağlı olarak, bir yandan polis okullarının bağlı olduğu bir eğitim merkezi birimi, diğer yandan yüksek ihtisas kurslarının yürütüldüğü yatılı bir eğitim öğretim kurumu olmuştur.  Mesleki ilk tahsil kısmında polis memurlarını, mesleki orta tahsil kısmında komiserleri ve mesleki yüksek tahsil kısmında emniyet amirlerini yetiştirmiştir.
Bir Yıllık Eğitim Dönemi (1937-1941); 1937’den 1941 yılına kadar başarılı başkomiserler, bir yıllık mesleki eğitime tabi tutulmuşlar ve emniyet amiri olarak mezun olmuşlardır.
İki Yıllık Eğitim Dönemi (1941-1960); Başkomiserlerin bir yıl eğitime tabi tutularak emniyet amiri olarak mezun edilmeleri uygulaması 1958 yılına kadar devam ettirilmiştir. 1958 yılında polis enstitüsü mezunlarının emniyet müdürü rütbesine yükselebileceğine karar verildi. Polis enstitüsü, 27 Mayıs 1960 tarihinde kapatılmış, dolayısıyla eğitime bir yıl ara verilmiştir.
Üç Yıllık Eğitim Dönemi (1961-1980); 1960 yılında öğretime ara verilen polis enstitüsünde, eğitim ve öğretime 1961 yılından itibaren tekrar başlanılmıştır. 1961 yılında yapılan yasal düzenleme ile öğrenim süresi 3 yıla çıkarılarak bütün mezunlar emniyet müdürü rütbesine yükselebilme hakkını elde etmiş oldular.  
Dört Yıllık Yüksek Okul Dönemi (1980-1984);12 Eylül 1980 tarihinde eğitim süresi 4 yıla çıkarılmış, 1981’de mezun vermemiş, 1982 yılında Polis Enstitüsü Yükseköğretim adıyla ilk 4 yıllık mezun vermiştir. (Bu satırların yazarı da 4 yıllık eğitimin ilk mezunlarındandır.)
Polis Akademisi Dönemi (1984-2001); Polis enstitüsü, 4 yıllık bir yükseköğretim kurumu olarak faaliyet göstermekte iken, 1984 yılında çıkarılan Polis Yüksek Öğretim Kanunuyla polis akademisine dönüştürülmüştür.
YÖK’e Bağlı Polis Akademisi Dönemi (2001-2015); Polis enstitüsü, 1984’de akademi olduktan sonra, 2001’de bünyesinde güvenlik bilimleri fakültesi, güvenlik bilimleri enstitüsü ve polis meslek yüksekokulları bulunan YÖK’e bağlı bir üniversiteye dönüştürülmüştür. 
Polis Akademisi, 2015 yılında gerçekleştirilen hukuki düzenleme ile birlikte (27.3.2015  -6638 S. İç Güvenlik Paketi) Güvenlik Bilimleri Fakültesi kapatılarak Polis Amirleri Eğitimi Merkezi (PAEM) Müdürlüğüne dönüştürülmüş, fakültede eğitim/öğretim gören öğrenciler ise çeşitli üniversitelerin idari/iktisadi bilimler fakültelerine yerleştirilmiştir. 2015 yılından günümüze kadar polis amirleri/yöneticileri, Gölbaşı kampusunda PAEM bünyesinde -4 yıllık bir yüksek öğrenim/eğitim yerine- bir eğitim/öğretim dönemi -4 ay gibi- özel eğitim verilmek suretiyle yetiştirilmektedir.
(Erol ÖZDEMİR,“Polis Koleji/Akademisi Yıllığı”Ankara2006; Pol.Akademisi Bşk. web sitesi)
*Kolej ve Akademi tarihçesi konusunda araştırma ve çalışmaları ile bizlere ışık tutan Erol ÖZDEMİR (76’lı) ağabeyi rahmet ve saygıyla anıyorum.
           

            Remzi KOÇÖZ

5.12.19

Ahmet EREZ


Ahmet EREZ…

‘O, Doğu Anadolu’nun bağrından Iğdır’ın henüz Kars'ın bir ilçesi olduğu zamanda eksi 40’ların sert mizaçlı bir çocuğu olarak Kolej saflarında kendini bulur. O doğduğu toprakların sert iklimi/rüzgarları gibi dirençli, çelik bir yay gibidir. Bileği kuvvetlidir, tabiki yüreği de…’

1975 yılının Eylül ayları, yurdun değişik yörelerinde/illerinde yapılan sınavlar sonucu sıralamaya giren 110 genç, Polis Koleji 28.Dönem öğrencisi olarak 1.sınıfa başlarlar. 1/A sınıfında öğrenime başlayan 2112 numaralı Ahmet EREZ koleje uyum sağlamakta, diğer öğrencilerle arkadaşlık kurma konularında biraz ağır kalacaktır. 1.sınıf ilk sömestr tatiline kadar hemen hemen yalnız bir adam olacak, bu süreçte ona okul bahçesinin spor salonu yanındaki  çam ağacı onun tek arkadaşı olacaktır.
Kars/Iğdır Karakoyunlu ilçesi Koçkıran köyünden Polis Kolejine gelen 10.03.1959 doğumlu Ahmet'in babası Halil EREZ rençber/köy muhtarı, annesi Leylan hanım ise rençber bir ev hanımıdır. (Ne hazindir ki 1978’de kolejden mezun olduğu gün 57 yaşındaki babasını Ankara Numune Hastanesinde, Annesini ise 1989 yılında Yozgat’ta elim bir trafik kazasında kaybedecektir.)
Ahmet, 3’ü kız olan 7 kardeşten ailenin 3. çocuğudur. İlkokulu köyde 3 yılda bitirir. 2 yıl kazanmıştır ancak imkansızlıklar nedeniyle öğrenime 3 yıl ara vermesinin ardından ortaokulu Iğdır’da bitirir. Iğdır ile köyünün arası 30 km’dir. ilk başlarda hafta sonları güzel havalarda bu yolu 4-5 saatte yürürken, ardından bisiklet sahibi olacak bu yolu bisikleti ile katedecektir. Ortaokul sonrası 1975 yazında (aşağıda paragrafta aktarılan sürecin ardından) Ankara’da Polis Koleji ailesine katılır.
Kars/Iğdır’a kolej giriş formları gelmemiş, bir polisin “geç gelir yetişemezsin Ankara’da dayın olması lazım” söylemi üzerine ta kendi başına Otobüsle ilk kez 30 saatlik uzun bir yolculuk sonrası Ankara’ya gelip, garaj polisinin yardımıyla Anıttepe’ye koleje ulaşıp, Nöbetçi amirinden kolej formlarını istemesi üzerine o dönem kolej müdürü olan Ahmet Erol’un huzurunda kendisini bulur. Okul müdürünün kendisini otutturup hoşbeş sonrası bir kahve ikramının ve sınavları kazanınca doğrudan yanına gelmesini söylemesinin ardından tekrar yola koyularak memleketine döner. Ankara’dan verilen Formu doldurup teslim ederken müracatlar için son 3 gün kaldığını öğrenir. Kars’tan sınavlara katılan 15 kişiden sadece kendisi kazanıp, mülakat için yeniden Ankara’ya bu kez doğrudan okul müdürüne çıkar ve ikinci kez kahvesini içerken okul müdürünün odasına giren Beden Eğitimi öğretmeni ve mülakat komisyonunda bulunan Ömer Şölen’le tanıştırılır. Ahmet, Iğdır’lı polisin söylemindeki gibi Ankara’da hemde büyük bir dayı bulmuştur. (Ahmet, vefa olarak, yıllar sonra doğacak oğullarından birine Ahmet Erol ismini koyacaktır.)
Ahmet içimizde bileği en kuvvetli arkadaşlarımızdan, acı bir kuvvete sahip, bizlere göre –yöresinin/toprağının verdiği doğallıkla- biraz sert mizaçlı bir arkadaşımızdır. Atletik güçlü yapısıyla koşucu olarak okulu temsil edecek, judoda çok iddialı olmayıp yeşil kuşakta kalacak, beden dersleri ise onun açısından eğlenceli geçecektir. Hele kombinede (teneffüslerde, boş zamanlarımızda spor yaptığımız, oyun oynadığımız, söyleştiğimiz vazgeçilmez bir alan) barfiks çekişinde bizleri kıskandırır. Tek kolla 15 barfiks çekerken, iki kolla 50 barfikse ulaşıp, o demir çubuğun üzerinden takla da atar. Pazuları bizim neredeyse iki katımız idi. (Ahmet, kolej öncesinde babasıyla birlikte bisiklet pompası gibi büyükçe bir aletle kol gücü ile köydeki tarlaları ilaçlarken kaslarının güçlendiğini paylaşır.) Bizler henüz tüyden kıla geçip yeni yeni traş olmaya başlarken o çoktan jiletle tanışmıştır.
Bir dönem sıra arkadaşı olan 2111 Sezai Kıdıkoğlu Ahmet’e ‘keçi’ lakabını konduracak. Ahmet ise inat konusunda aşağı kalmayıp Sezai’ye ‘Abdurahman Çelebi’ diyecektir. Ardından 2109 Haşim Deniz Karahan daha ılımlı mizaçta olmasına rağmen Ahmet’in ilk samimi arkadaşlarından biri olacaktı. Ahmet artık topluluğa katılmış, arkadaşlıklar edinerek, bir yerde gurbet hasretinden sıyrılıp koleji sevmeye başlar. (Aslında o emniyet teşkilatına uzak biri olmayacak, koleji bitirmesinin ardından kendisinin bir büyüğü olan abisi polis olacak, ayrıca kendisinden sonra gelen 2 kardeşi de daha sonraki yıllarda kendisi gibi kolej ailesine dahil olacaklardı. Ailenin 4 erkek çocuğu da Emniyet Teşkilatının bir ferdi olacaktır.)
Kolej sonrası Enstitüde de Ahmet ile aynı sınıfı paylaşırız. Enstitüde, 4 yıla yakın B sınıfında kadrolu Hüseyin AKIN abimizle sağ ön sırada otururken, bende 2098 Alaattin CANGÖZ ile onun hemen arka sırasında arkalı önlü otururuz. Arkadakilerin önde oturanlardan kopya çektiği aşikardır, ancak bizde biraz tersi olur, hatta Ahmet rahmetli Hüseyin abimize kopya bile hazırlar.
Boykot sonrası Enstitü 1. Sınıf öğrencisi olarak öğrenime devam ederken 1979 yılı Nisan/Mayıs aylarında banka soygunları ve üniversite öğrenci olayları nedeniyle kurulan Banka Ekipleri ve Gazi Üniversitesinde bir hafta süreyle geçici görevlendirilerek, kadroya takviye oluruz. Bu çerçevede; Kızılay bölgesinde ring yapan aynı banka ekibinde Ahmet ile birlikte ekip memurluğu yaparız. Ahmet Stajlarından birini (1980) Erzincan’da yaparken, diğer 3 stajı ile boykot sonrası Ankara’da görev yapar.
Ahmet, Enstitü vizite mümessil yardımcısıdır. Yardımcıdır ama arkadaşların tüm sağlık işleri ondan sorulur. Tüm sağlık personeli ile dostça ilişkiler kurmuştur. Akşamları en erken yatan, sabahları en erken kalkandır. Fotoğrafçılık konusunda ilgilidir. Vesikalık ve anı resimlerimizin birçoğunda emeği vardır. Arabalara özellikle otomobillere çok meraklıdır. Çabuk kızar, çabuk yatışır. Ciddi vede ölçülü yapısını kaybetmeyip, hep ağır kanlı bir arkadaşımız olarak okulu tamamlayacaktır. Yıllığa geçen sözleriyle: “Yaşamın tadını yaşarken almak gerektiğini” savunan, tasarladığı şeyleri muhakkak yapan kararlı bir arkadaşımızdır.
Enstitüden/Akademiden 62853 sicil sayılı Kom.Yrd. olarak mezun olurken Kriminalci olacaktır. 1982-85 yılları arası Kriminal Daire Başkanlığında “Grafoloji/Sahtecilik” konusunda uzmanlaşır. Bu süreçte İstanbul Tuzla Piyade Okulunda Nisan 1983’te başlayan 4 aylık eğitim sonrası İstanbul/Hasdal kışlasında asteğmen olarak tamamlar. Askerlik sonrası Aralık 1984’de Kriminal Dairede yeniden göreve başlayıp 1985 yazında Komiserliğe terfisinin ardından istekli olarak Adana Kriminal Laboratuar kadrosuna atanır.
Adana ilinde görevli iken 9.12.1985 tarihinde hemşehrisi Sekine (Latif-Latife kızı) hanım ile evlenecektir. Erez çifti, evliliklerinin ardından peşpeşe 3 oğul sahibi olurlar. 1987 yılında ilk oğulları Bir yıl sonra 1988 yılında ikiz çocukları Birol ve Ahmet Erol dünyaya gelir. Ahmet artık 3 oğul babasıdır.
1985-1997 yılları arası Adana ilinde Başkomiser-Emniyet Amiri-4.SEM rütbelerinde görev yapar. Bu süreçte 1992-1995 yılları arası yurtdışı misyon koruma görevlisi olarak  Azerbaycan/Bakü’de görev yapar. 1997 yazında ilk şark görevine Diyarbakır iline Kriminal Laboratuar Müdürlüğüne atanır. 1998 yazında ise 3.Sınıf Emniyet Müdürlüğüne terfisinin ardından artık laboratuardan ayrılma vakti gelmiştir. Diyarbakır’a il müdürü olarak atanan Gaffar OKKAN’ın da rızasını alarak yıllarca özlediği kadro polisliğine geçer. 1.5 yıl Ruhsat Şube Müdürlüğü ardından 1.5 yıl kadar da Ergani ilçe emniyet Müdürlüğü görevlerinde bulunur. 24 Ocak 2001’de İl emniyet müdürü Gaffar OKKAN’ın şehit edilmesi onu hayli üzecek, adeta abisini kaybedecektir.  2001   yazında hem şark görevinin sona ermesi hemde 2.SEM olarak terfi etmesinin ardından Balıkesir Kadrosuna tayini çıkar.
Yaşamının bundan sonraki sürecinde ne olduysa o Diyarbakir dönüşünde olur! (Diyarbakır kadrosundan ilişiğini kesip mehil izninde Balıkesir iline gidip lojman ayarlamasının ardından tekrar eşyasını ve ailesini götürmek için otobüsle dönüşte Diyarbakır- Ergani arasında kamyonla kafa kafaya çarpışarak sağ şarampole devrilen otobüsten ağır yaralı olarak kurtarılır.)  Otobüsle o hazin kazada bir tek o ağır yaralanacaktır. Otobüsün sağ arka tekerine denk gelen koltukta oturan Ahmet’in bel bölgesindeki sinirlerine darbe vuracaktır. Ameliyat üstüne ameliyatlar, yıllar süren tedaviler… (30 Eylül 2001 tarihindeki  kazanın 10 gün sonrasında Ankara’ya sevk edilir. Nisan ayına kadar 7 ay yoğun bakım, 3 ay normal bölüm olmak üzere 10 aylık hastane tedavisinin ardından tekerlekli sandalye ile taburcu olur. Ancak 3 ay geçmeden yeniden hastaneye yatar 6 ay sonrasında yeniden taburcu derken 1,5 yıllık bir süre geçer.)   
Ardından tekerlekli sandalye, sonrasında kuvvetli  kas yapısı onu koltuk değneğine taşıyarak, zorlansa da yürümeye çalışacaktır. Sonrasında sinirlerin yıpranması ile vücut giderek zayıflayıp/güçten düşerken çift koltuk değneğine ardından da yeniden tekerlekli sandalyeye dönüş yapsa da O artık engelli yaşamın bir parçası olur. Beldeki omurilik zedelenmesi onu engelli bir yaşama taşıyacaktır.
O çok sevdiği Şoför mahalline kadar tekerlekli sandalyesini kol kuvveti ile çevirip sürücü koltuğuna oturacak, kısa-uzun demeden gücü yettiğince direksiyona geçerek (Ankara’dan Balıkesir/Erdek’e, Erzurum’a-Iğdıra kadar) yine yollara düşecektir. Sadece sandalyesini aracın bagajına koyacak bir yardıma ihtiyacı olacaktır.
2003 Mayısında memleketi Iğdır’a giderken Erzurum’da mola verir. Erzurum İl Emniyet Müdür Vekili olarak görev yaparken polisevinde eşi Sekine hanım ile birlikte misafirimiz olur. Kazanın 1,5 yıl sonrasında yaşananları/yaşadıklarını paylaşır. O zaman koltuk değneği ile merdivenleri tırmanırken (asansör yoktur) onun azmini/direncini/yaşam mücadelesinin tanığı olurum. Sonrasında da bu mücadelesine her daim hayranlık duydum. Eşi Sekine Hanım ise Ahmet’in her haline kol kanat geren, evin ağır işçiliği yanında, onun moral hocası, yoldaşı, kaderdaşı olacaktır.
Kaza sonrası uzun süren tedavisi nedeniyle 2002 yılında Balıkesir ilinden Ankara Emniyet Müdürlüğü kadrosuna atanmasının ardından, malulen emeklilik çerçevesindeki başvurusu EGM tarafından kabul görmez ve buna ilişkin idari dava süreci de olumsuz sonuçlanır. Sağlık kurulu tarafından göreve devam edemez raporu çerçevesinde 2.SEM rütbesinden resen emekli edilmesi söz konusudur. 2004 Temmuzunda terfien emeklilik talebine istinaden 1.SEM rütbesine terfi ettirilerek APK kadrosundan isteğe bağlı emekli edilirken, aslında çok sevdiği mesleğinden, üniformasından sağlık nedeniyle istem dışı ayrılmak zorunda kalacaktır (19.7.2004).
Adli süreç ise yılan hikayesine dönecek, 15 yılda sonuçlanacak ve bir sonuç alamayacaktır. Yaşam mücadelesi verirken yargı sürecini takip edemez.  Diğer yandan kurumu tarafından sahiplenilmez ve Mesleki vefasızlıklar yaşar. Görevini ihmal eden bir idare ile karşı karşıyadır. Ahmet kendi deyimiyle: “15 Temmuzun 2001 mağdurudur”. 
Büyük oğlu Halil Uğur, Baba mesleğini seçip 2006 yılında Polis Memuru olmasının ardından Özel Harekat kadrosunda görev yapmaktadır. Diğer ikiz olan oğulları ise Ahmet Erol (Röntgen teknisyeni), Birol (Anestesici) sağlık hizmetlerinde çalışırlar. Oğulları Birol ve Halil Uğur sırasıyla evlenmiş, her iki oğlundan birer erkek torunları olmuş, O artık dede olmuştur. diğer oğlu Ahmet Erol ise evlilik sürecindedir.
Emeklilik sürecinde GATA Rehabilitasyon merkezinde tedavi görürken atış takımına seçilir. 2006 yılında Karagücü, 2010’lu yıllardan sonrada TSK Engelliler Spor Kulubü bünyesinde engelli havalı tabanca atış turnuvalarına katılır, omurilik felçli grup içerisinde -kendisinden 15-20 hatta daha küçük yaşlardaki yarışmacılar arasında- en yüksek atış derecelerine ulaşır. Yani 60’lık bir delikanlı olarak attığını vurur. Ahmet, bu sporla da yetinmez, yeni gelişen Boccia paralimpik oyunlarına başlar. 2014-15 yıllarında engelli bireyleri aktive eden, yaşam kalitelerini arttıran ve Dünyada en ağır engelli grubunun oynayabildiği tek spor branşı olan Boccia antrenörlük ve hakemlik sertifikalarına ulaşır. Ve şu anda Boccia takımına antrönerlik yapmaktadır.
Sosyal açıdan dışa dönük bir insandır. Eve kapanıp kaderine küsmez, hayatın içinde var olup farklı etkinliklere katılır. Engelli yaşam ile ilgili rehabilitasyon bağlamında deneyimlerini paylaşır. Seminerlere katılır, konuşmacı olur. Doktorların anlatamayacağı acılarla baş etmeyi anlatmaya, bu süreci daha yeni yaşayan gençlere umut aşılamaya çalışır.
Ahmet Erez, özellikle mücadele azmini hiç bırakmayan, kaza ve emeklilik sonrası kendine yeni bir sayfa açarak, bundan sonraki yaşamını -sporcu, antröner, hakem, konuşmacı olarak- anlamlandırmaktadır. Mesleki vefasızlıklar yaşasa da sadece biz kolej arkadaşlarının değil, birlikte görev yaptığı meslektaşlarının da gönlünde yer tutarak, emniyet teşkilatının tarihinde kendine yer bulacaktır. Yeter ki önüne engel konulmasın, engel olunmasın! (05.12.2019)
Remzi KOÇÖZ



17.11.19

POLİS ENSTİTÜSÜ BOYKOTU


            POLİS ENSİTÜSÜ BOYKOTU (1978) 

           ‘1978’li yıllar olaylı yıllardır. Üniversite/yüksekokul ve liselerde boykotlar/işgaller, hemen hemen her gün cadde / sokak / meydan / okullarda yaşanan çatışmalar sonucu gençler / aydınlar / gazeteciler / siyasiler gibi toplumun değişik katmanları yanında çok sayıda güvenlik görevlisi de yaşamlarını yitirir. Ölüm haberleri giderek artarken, 100’ün üzerinde ölü, binlerce yaralı ile Maraş olayları gibi toplumsal travmalar yaşanır.’

 1978 yazında Polis Koleji mezunu olarak Polis Enstitüsüne devam etmeye hak kazanıp stajyer polis memuru olarak özellikle Doğu-Güneydoğu bölgesinde belirlenen (Diyarbakır, Elâzığ, Malatya gibi) illerde zorunlu ilk stajımızın ardından Ekim ayının ilk haftasında eğitim-öğretim döneminin başlamasıyla Ankara’ya okulumuza dönüyoruz. Bizler Enstitü 1. Sınıf öğrencisi olarak Anıttepe yerleşkesinde öğrenime devam ederken aynı yerleşkede bulunan Kolej, İstanbul yolu üzeri AOÇ karşısı Çamlıca yerleşkesine taşınarak Enstitü’den ayrılır. Anıttepe yerleşkesine yapılan 2 yurt binası artık Enstitü öğrencilerine tahsis edilir. Zaten 1978-79 eğitim dönemi başlar başlamaz yapılan yönetmelik değişikliği ile tüm öğrencilere yatılı okuma zorunluluğu getirilir. Artık evli veya evi olanlar Kolejdeki gibi hafta sonu evci çıkabileceklerdir.

Yönetmelik değişikliği bizim gibi bekar arkadaşlar açısından bir sorun/sıkıntı yaratmasa da özellikle evli ve kadrolu olanları rahatsız edecektir. İlk hafta yeni çıkan yönetmelik üzerine Enstitü 3.sınıfların başlatmış olduğu öğle yemeğine girmeme eylemine okulun bahçesinde bulunan tüm öğrenciler destek verince, bizlerde 1. sınıf öğrencileri olarak ne olup bittiğini tam anlamadan -resmi okul hiyerarşi psikozu ve gençlik heyecanı ile- kendimizi bu protesto eyleminin içerisinde buluruz. Öğle yemeğini protesto eylemi bir anda ‘yurdu verdik müdüre, müdür girsin etüde’ şeklindeki sloganların ardından ‘Müdür istifa’ şeklinde atılan sloganlarla boykota dönüşür. Müdür istifa şeklindeki sloganlar, ‘Bakan ve Hükümet’ istifaya kadar gider…

(O dönem CHP azınlık hükümeti, İçişleri Bakanı: İrfan ÖZAYDINLI, Emn. Gen. Müdürü: A.Haydar ÖZKIN, Enstitü Müdürü: Alaatin TUNA, Müdür Yardımcısı: Yaman GALOLAR idi.)

Boykot eylemi, -akşam yemeğine de girmeyip protestomuz devam edince- Ankara’da duyulup EGM/Emniyet teşkilatı açısından sıkıntı/handikap oluşturunca -boykotun provoke edilmemesi ve güvenlik açısından- giriş çıkışlar yasaklanır. Gece yarısına doğru geç saatlere kadar boykot sürer.

(Genel Müdürlükten gelen yetkililerin özellikle son sınıf öğrencileri ile ikna çerçevesinde görüşmeler yapıldığı ve eylemi daha ileri götürmemiz durumunda siyasi bir olaya dönüşme ihtimali sonrası disiplin hükümleri gereğince okuldan ihraç edilme sınırına gelindiği, bu nedenle boykotun sona erdirilmesinin hepimizin yararına olacağı bağlamında söylemler bizlere bir şekilde iletilir.)

Yatılı öğrenime özellikle evli ve kadrolu son sınıf öğrencilerin tepkisi ile başlayan boykot geceyarısı sona erdirilip, okul tatil edilirken, ertesi gün herkese birer Kırıkkale tabanca zimmetlenerek geçici görevle -daha öğrenciliğin ne olduğunu anlamadan/tadına varamadan okuldan uzaklaştırılıp- genellikle tercih ettiğimiz kadrolara gönderiliriz. (Ben memleketim Sakarya ilinde göreve başlarım.)

1979 yılının ilk aylarında boykotu soruşturmak için görevlendirilen müfettişler kadrolara gelerek ifadelerimizi alırlar. İlk sömestr kadroda geçer, ikinci sömestr ise okulun yeniden öğrenime açılması kararı ile Ankara’ya döneriz. Müfettişlerin raporları doğrultusunda olayın sorumlusu/elebaşısı olarak belirlenen son sınıf öğrenciler tart gibi ağır cezalar alıp geçici olarak kadroya gönderilirken, bizlere de yılsonuna kadar hafta izinsizliği cezası verilir. İkinci sömestr birinci dönemin derslerinin eklenmesi ile yoğun ve hızlandırılmış bir şekilde devam ederken, tüm seneyi bir döneme sığdırıp yoğun bir tempo içerisinde öğrenim görürüz. Bu sürecin tabi ki kazaları olur. Hukuk Başlangıcı dersinden ikmale kalıp ilk sınavı vererek 2.sınıfa geçerken, bu dersi ikmal/bütünlemede veremeyen 15-20 arkadaşımız sınıfta kalarak bir devre kaybeder.

Polis Enstitüsü’nde ilk boykot eylemi -bizim boykotun 10 yıl öncesinde- 1969 yılında yaşanmıştı. O dönemin Enstitü Müdürü İ. Hakkı DEMİREL tarafından 1969 boykotu şu şekilde aktarılır: “O sıralarda genel müdürün, ‘Mesleğe dışarıdan 40 mülkîyeli daha alacağım’ diye bir açıklaması olmuştu. Öğrenci bunu duymuştu. Önünün tıkanmasını istemiyordu. Hiç nöbet tutmadan, gece görevi yapmadan doğrudan şube müdürlüğüne ya da daire başkanlığına tepeden inme alınmalar, öğrenciler arasında huzursuzluklar yaratıyordu. Boykot kararı alınınca öğrenciler bahçeye çıkmışlar. Necatibey caddesine boya ile ‘3201’e HAYIR’ diye yazmışlar. Çünkü 3201 S.K. Mülkiyelilerin girişine imkân veriyor. ‘Kaymakamlar, emniyet müdürü ile muadildir’ diyor. Öğrenciler haklı olarak isyan ediyorlar ve derse girmiyorlar. Gen.Müd.V. gelmiş. Yuhalamışlar. Yardımcıları gelmiş, onları da yuhalamışlar. Benim yardımcılarım da telaş içine düşmüşler. Bu olay üzerine Enstitü Md. görevden alınıp tüm enstitü öğrencileri polis memuru olarak illere dağıtılmışlar.” 

(Bkz. Erol ÖZDEMİR, Çağın Polisi Dergisi 2005:15–24.)*

1978 yılında bizim döneme denk gelen Polis Enstitüsü boykotuna ilişkin internet ortamında yapmış olduğum taramalarda ise herhangibir haber, yazı bulamadım. Sadece TBMM Tutanaklarında yer alabilmişiz. (10.1.1979 tarihli TBMM oturumunda bir dönem Enstitü’de de ders veren AP Milletvekili A. Gültekin KIZILIŞIK tarafından okulun bir an evvel açılması dile getirilmiş.) Belki de benim kaleme aldığım bu satırlar 40 yıl önce yaşananlarla ilgili, 1978 Polis Enstitüsü boykotuna ilişkin o günleri anlatan ilk yazılı veri olacak gibi..

1978 Boykotunun ne tür bir getirisi/kazancı olmuştu, bilemiyorum! Sadece o dönemin devlet adamlarını/idarecilerini; bizleri, gençlik hatası/kazası olarak olgunlukla tolere ederek, -daha asaletimizin tasdik olmaması nedeniyle kapının önüne koymayıp- kazanmalarını kendi adıma şükranla yad ediyorum. 

Saygı, sevgi ve selamlarımla…   

(Ekim 2018)

Remzi KOÇÖZ

 





15.10.19

CEZAEVİNDE ÖLEN ADAM (Anı/öykü)


            CEZAEVİNDE ÖLEN ADAM (*)

           ‘En büyük yargı Vicdan, en büyük yargıçsa insanın kendisidir. Ceza yada mahkumiyet                     yerini bulacak, bazen kendi yaşamına son vermek kadar ağır bir kararla karşılaşılacaktır.               İster muhasebe, ister muhakeme, ister mahkeme, ister hesaplaşma, ister infaz olarak                         adlandıralım. Ne tanık, ne avukat, ne mahkeme, ne ara karar, ne dosyalar, ne keşif, ne   
         bilirkişi, nede yargıç gerekecektir. Her şey kapanacak, Adalet kendi dünyasında gerçekleşmiş 
         olacaktır. O zaman;  en büyük, en doğru  adalet insanın kendini vicdanında yargılaması ile 
         gerçekleşmiş olacaktır.’


          1987-89 yılları arası ilk şark görevimi Şanlıurfa’nın Bozova ilçesinde yapıyorum. Bozova Urfa’nın 35 km. kuzeyinde, Atatürk Barajına 25 km. uzaklıkta, o tarihlerde 10.000 nüfuslu bir ilçe. Güneydoğunun feodal yapısı burada da hakim ve geçerli. Anlatacağım olay sıradan bir polisiye görünse de, sonrası ilginç ve düşündürücü...

          Esnafın biri cadde üzerindeki manifatura dükkanından güpegündüz hırsızlık olduğunu telefonla ihbar edip şikayette bulununca, ekibi sevk edip olay yerinin görgüsünü yaptırıp, dükkan sahibinin karakolda ifadesini aldırarak soruşturmaya başlıyoruz. İfadesinde sayısını tam veremediği  dükkan girişindeki takım elbiselerini çalana ait bir isim ve eşkal vermesi üzerine Atatürk Barajı şantiyesinde çalışan eşkale uygun birini araştırıyoruz. Aradığımız şahsın bugün doktordan sevk alarak işlemleri için izin alıp şantiyeden ayrıldığını yetkililerden öğrenmemiz üzerine, Baraj  giriş-çıkışındaki jandarma noktasına isim ve eşkal veriyor, şahsı ikindi üzeri ilçe-giriş çıkışındaki  yol uygulaması sonrası yakalayıp gözaltına alıyoruz.. Diğer şahsı ise bu kişiden öğreneceğiz.
(Atatürk Barajının büyüklüğü nedeni ilçe nüfusu paralelinde bir nüfusa ulaştığı, yöre halkına öncelikle iş verildiğinden, ayni ad-soyadlı birden fazla kişiye rastlamak olağan şeylerdendi. Bunun için eşkale de önem vermek gerekiyordu. )
Şahıs bize her şeyi fazla sorun çıkarmadan olduğu gibi anlatıyor. Zaten o gün Gaziantep SSK’ya sevk yaptırmış, böbrek ve ciğerlerinden tedavi görmesi gerekiyormuş. İlçede kayınbiraderi ile karşılaşıp sağlık durumunu anlatmaya çalışıyor. Daha önce hırsızlıktan vb. suçlardan sabıkalı kayınbiraderi de bunu yanına alarak bahse konu dükkana birlikte giriyorlar. Bunlar baraj tarafındaki köylerden olsalar da az çok esnaf tarafından tanınıyorlar. Ve de zaman zaman bu esnaftan alışveriş yapıyorlar. İşçi , esnaf ile kendi durumu ile ilgili görüşürken bir ara kayınbiraderi dışarıya çıkıyor. Arkasından işçi vatandaşımızda dükkandan çıkıyor. Bakıyor dışarıda kayınbiraderi yok. Sağa-sola bakınsa da göremeyince oradan ayrılıyor. Esnafta bunların durumuna şaşırıyor, bir anlam veremiyor.
Kayınbiraderi kaşla göz arasında dükkan dışında asılı duran 3 takım elbiseyi alarak kaçmış. Barajdaki İşyerine uğradığında kalmış olduğu  yatakhaneye takım elbisenin birini bırakıp üzerine not yazıp, kayıplara karıştığını öğreniyor. Bu zaman dağarcığında takım elbiseyi alarak Urfa’daki Mezat’a (ikinci el eşya alınıp satılan pazar) götürüp satıyor, dönüşünde de ekiplerimizce yakalanıyor. Satmasının nedenini de hem korkusundan hem de hastaneye gideceğinden para ihtiyacını gidermek için olduğunu anlatmaya çalışıyor. Ve davranışı ile de kendini suça ortak ediyor.
Dükkan sahibi bu iki şahsın durumundan işkilleniyor dükkanın dışına çıktığında takım elbiselerinin bir kaçının olmadığını görünce şüpheleneceği ilk kişi bunlar oluyor. O arada başka gelen giden olmadığı gibi bunların davranışları, geliş ve ayrılışları kendilerini ele veriyor. Kayınbiraderi profesyonel olduğu kadar işçi vatandaş da o kadar amatör, aslında alış veriş yapmış olduğu bir esnaf. Kayınbiraderinin doğru bir adam olmadığını bilse de hırsızlık amacıyla kendini kullanacağını hiç aklına getirmiyor.
        Bazı olayların aksine çok özellik arz etmese de bu olayda ekibin başında  tahkikatı direk yönetiyor, memurlara yapmaları gereken ayrıntıları notla bırakıyordum. Atatürk barajındaki işçi yatakhanesindeki dolabında arama yapıyor, arkasından eşyanın parasını zapta geçerek, malı sattığı Urfa’daki mezata gidip, dükkanı buluyor, malı alıyor, dükkan  sahibinin ifadesi ile tutanak  tanzim ederek Bozova’ya dönüyoruz. Şahsı olay  yeri dükkanda yer gösterme yaptırdıktan sonra nezarete koyuyoruz. Kendisine yiyecek bir şeyler söyleyecekken  “İnci Baba” lakaplı şahsın yapılacak olan genel seçimlere bu bölgeden bağımsız milletvekili adayı olarak katılması ve seçim çalışmaları nedeniyle promosyon olarak Karakola göndermiş olduğu dürümlerden payıma düşeni kabul etmeyip ona verdiriyorum.
        (O seçimlerde bölgenin ve ülkenin tanınmış simalarından Yaşar Nabi İnciler memleketi Urfa’dan bağımsız milletvekili seçilebilmek için yeterli oy almasına rağmen oy pusulalarına ad-soyadının yazılması gerekirken halk tarafından bilinen İnci baba lakabının yazılması sonucu yaklaşık 35.000 oy geçersiz sayılarak milletvekili olamaz.)
            Nezarete koydurduktan sonra bizden isteği olan sigara içmesine kısıtlı da olsa izin veriyor, yakınlarından battaniye getirmelerini istiyoruz. “Bizim hırsız yakınımız yok” diye kimse sahip çıkmıyor. Bende saat 24:00’den sonra tedbir olarak nezaretten çıkartarak nezarethanenin yanındaki personel tarafından lokal olarak kullanılan odada kaloriferin yanındaki banklara uzanması için talimat veriyor, üzerine örtecek bir şeyler verdiriyor, gece gurubundaki personele doktor raporunu göstererek dikkat etmelerini tembih ediyorum. O gece Jandarma ile koordineli olarak firari olan sanığın köydeki evlerine baskın yapsak ta bulamıyoruz. Aslında bizde bulamayacağımızı düşünmüş olsak ta evrakın gereği olarak bu aramayı yerine getiriyoruz. Düşündüğümüz gibi, malı kapıp kaçmış; ver elini güney illeri.  
           Sabah gelince arkadaşlar zanlının herhangi bir şey yemeyip sadece çay ve sigara içtiğini söylüyorlar. Zaten işin gerçeğini bize anlatırken bile oldu bittiye oyuna geldiğini, başkasının daha doğrusu kayınbiraderinin kendisini yakarak, hırsız olarak başkalarına rezil olduğunu, kimsenin yüzüne bakamayacağını defalarca bizimle paylaşıyor. Bizde kendisine acıyor, fakat yapacak bir şey bulamıyorduk. Ona hırsız değil de normal bir işi olan kişi gibi davranıyor, moral vermeye çalışıyor, kayınbiraderini yakalayınca kendisinin suçsuz olduğunun ortaya çıkacağını söyleyerek teselli ediyorduk. Adam vicdanen kendini mahkum etmiş, sürekli niçin yaptım diyerek hayıflanıyordu. Bazen uzun süreli konuşmayarak sabit bir noktaya kenetleniyordu. Evrakla ilgili işlemleri bitirdikten sonra öğleden sonra Adliyeye çıkartıldığında tutuklanarak ilçe cezaevine alınıyor.
           O gece yarısı saat 03/04:00 gibi uyandırılıyorum. Bugün tutuklanan hırsızlık zanlısının cezaevinde ölmüş olduğunu duyunca içim geçiyor. Cezaevine girdikten sonra hiçbir şey  yemeyerek, sigara içip kendini kahrederek yaşamına bile bile son veriyor. Gerçekten üzülmemek elde değil. Tahkikatı başından sonuna kadar ben yürüttüğüm ve yakinen tanımaya çalıştığım için bu işi istem dışı oyuna getirilerek yaptığına, günahı olmadığına inanıyordum. 
            Zaten gururlu bir yapısı olmasa kendi kendine kahrederek ölümüne sebep olmaz, yan gelip yatardı. Yapmış olduğu suç genel suçlar kapsamında devede kulak kalır, fazla bir ceza almazdı. Ama o vatandaşımız bu olayın ortaya çıkmasını, duyulmasını, insanlara nasıl açıklayacağını bilemiyor, için için kendini yiyordu. Hayatında ilk kez beşer-şaşar şeklinde hataya düştüğünü bir anlık basiretinin bağlanması karşılığında düştüğü durumu kabullenemiyor, bir türlü kendini affedemiyordu. Bazı insanlar dostlar alışverişte görsün diye iş açığa çıkınca, görüntü yapar tiyatro oynarlar, bu ise gerçeği oynamıştı.  Ciğer ve böbreklerinden olan rahatsızlığı daha da nüksederek ölümünü çabuklaştırmıştı. Bir nevi uzun süreli intihar kararı gibi bir şey..
            Geceden cenaze sağlık ocağının morguna kaldırılarak Savcı Hanım tarafından otopsi yapılıyor. Yakınları hemen ölüm teşhisini koyup “kişinin emniyet tarafından geceden öldürüldüğüne” dair fısıltı şeklinde dedikodu yaymaya başlıyorlar. Sabahleyin yanıma gelen memurlar çarşıda herkes “polis tarafından nezarette ölümüne dövülerek, cezaevinde de öldüğünü” konuşuyorlar diyor. Bizi tanıyan esnafta böyle bir şey olup olmadığını telefonla soruyorlardı. Sağlık ocağı çevresinde önlem aldırıp, ilçe içerisinde de önlemlerimizi artırıyoruz. Cenaze köyde defnedileceğinden cenaze gidene kadar Jandarma ile koordine kurarak ilçe merkezinde olay olmaması için tüm önlemlerimizi alıyoruz.
            Dirisine sahip çıkmayan insanlar, yakınları ölüsüne sahip çıkıyorlardı! Karakola battaniye, yemek getirmeyenler, timsah gözyaşları dökerek ajitasyon yapıyor, provokasyon  için ortam gelişiyordu. İşte bu süreçte akıllı olmak sağduyulu hareket etmek gerekiyordu. Şaka-maka yarım gün içerisinde polise karşı olumsuz bir hava yaratılmış, vatandaşta  cehaletinden inanmaya başlamıştı.
Kaderci-kapalı toplumların yapısı diyorum;
      Geri kalmışlığın genel yazgısı: anlamadan, bilmeden, araştırmadan, kulaktan dolma bilgilerle yargıya varmak, karar vermek işin kolay olanı. Emek, alın teri istemez hazıra konar, içgüdülerinle hareket edersin..!
İlçede sessizlik ve gerginlik hakim, cenaze herhangi bir olumsuzluk olmadan köyüne götürülüp defnediliyor. Asıl suçlu ise piyasada yok, kaçak. Olayın üzerinden birkaç ay geçtikten sonra köyüne jandarma ile muayyen saatlerde baskın yapmamıza rağmen yakalayamıyoruz. Ailesine ölen damatlarının vebali oğullarının, onu bir an önce bize teslim edin, diyoruz. Onlarda “Allah belasını versin diyorlar. Buralara gelmediği gibi kendilerini aramadığını, adlarını kötüye çıkardığı için ondan nefret ettiklerini” belirtiyorlar. Tabi ki bunlar bize pek yabancı gelmiyor. Ölen çocuğa da ilk başta lanet okumuş, arkasından ölüsüne sahip çıkarak bizleri suçlamış, şikayetçi olmuşlardı.
Ölüm olayı ile ilgili şüpheli bir durum olmasa da Cumhuriyet Savcılığı  otopsi sonucunda alınan parçaları Adli Tıp’a gönderiyor. Ardından dava vekili avukatlar tarafından hakkımızda “işkence sonucu ölüme sebebiyet vermek” iddiasıyla Cumhuriyet savcılığına suç duyurusunda bulunuyorlar. Bir olumsuzluk olmadı  ama ters bir sonuç çıkarsa diye tedirgin oluyor, hop oturup hop kalkıyorum. 3-4 ay sonra gelen Adli Tıp raporunda “şahsın ciğerleri ile ilgili yetmezlik sonucu hayatını kaybettiğini başka herhangi bir durum olmadığı” açıklanınca rahatlıyorum.
Kaçan asıl zanlımız ile ilgili Mersin, Kıbrıs arası yer değiştirdiği, yer altı eğlence dünyasında fedai olarak çalıştığı, her türlü gayri meşru işlerle uğraştığı istihbarı rapor olarak geliyor. Ancak bu şahıs bizden önce güney illeri polisince değişik suçlardan aranıyor. Olaydan yaklaşık bir yıl sonra yakalanarak Mersin’de cezaevine giriyor. Bizim evrakta oradaki suçla birleştiriliyor. Asıl sanık bizlerle ve ölümüne sebebiyet verdiği eniştesinin varlığı ile yüzleşmiyor. Ama yıllar içinde dul bırakmış olduğu kız kardeşinin bedduası yerine gelmese de, yeğenleri, öz dayılarına kinlerini hiç tüketmeyecekler. Belki de olay aile büyükleri tarafından gerçekliği ile çocuklara anlatılmayarak aile içersinde bir sır olarak saklı tutulacaktır.
     Belki de; babalarının ölümünü polisten, devletten bilecek ve devlete güven duymayacaklardı. Bu yanlış yönlendirme gizli bir kan davası şeklinde, kin ve nefretle bezenerek devlete karşı yönlenecektir. Gerçekler dosyalar içerisinde tozlu raflarda, bizlerin belleklerinde kalacak asıl suçlu bedel ödemek yerine kendini inkar edecekti. 

       (O yıllarda devlet otoritesinin terör örgütü tarafından yıpratılmaya çalışıldığı yılların ortalarıydı. Örgüt karargahındaki isimler ilçeye yabancı isimler olmadığı gibi Bozova bölgesi de bu açıdan farklı bir özellik sergiliyordu!)
           
Ancak feodal toplum yapısının insana değer vermediğini yaşayarak görüyoruz. İnsana verilen değer azdan öte yok gibiydi. Buralarda iş gören hayvanlar, ekilen topraklar daha değerliydi. İnsan ise ölünce-öldürülünce değer kazanıp geride kalanlara ‘kan parası’ adıyla rant sağlayan gelir kapısı olmaya devam eder. Yas tutulacak, timsah göz yaşları dökülecek, töreler uygulanacaktı..!    

Remzi KOÇÖZ

Dip Not:
(*) Çağın Polisi Dergisi, ‘Polis Meslek Anıları’, Yayın No:1, Ankara-2004, s.228-233

13.10.19

Sezai KIDIKOĞLU


SEZAİ KIDIKOĞLU…
‘O, Karadeniz’in sert dalgaları gibi dirençlidir. Yaşam sürecinde eğilmeyi/eğrilmeyi beceremediği gibi her daim dik bir duruş sergilerken, doğru bildiği yoldan da hiç şaşmaz. Nice eli kalem tutmayan, bir dilekçe yazmaktan aciz, devletin sırtından geçinen, birilerinin korumasında/koltuğu altında sırtı sıvazlanan il, daire ya da yurtdışı gibi görevlerle kaymaklandırılanlara nazaran o hiçbir zaman adaletten, doğruluktan, haktan yana hiç mi hiç taviz vermez.’
1975 yılının Eylül ayları, yurdun değişik yörelerinde/illerinde yapılan sınavlar sonucu sıralamaya giren 110 genç Polis Koleji 28. Dönem öğrencisi olarak 1. Sınıfa başlarlar. 1/A sınıfında öğrenime başlayan 2111 numaralı Sezai KIDIKOĞLU önce sınıfının ardından da kolejin en renkli simalarından biri olur.
Ordu ilinin Ünye ilçesinin Fevzi Çakmak Mahallesinden (Teksas olarak adlandırılan) Polis Kolejine gelen 10 Eylül 1959 doğumlu Sezai KIDIKOĞLU’nun babası Ahmet KIDIKOĞLU, inşaat ustası (2009 yılında vefat eder), annesi Emine hanım ise rençber bir ev hanımıdır. Sezai (yurtdışındaki Ablası, abisi Mustafa, erkek kardeşi Senai arasında) ailenin ortanca çocuğudur. İlk ve ortaokulu Ünye’de okuduktan sonra Ankara’da Polis Koleji ailesine katılır.
Kolejde haftasonu gezisi olarak Anıtkabir’i biliyorum havasıyla Sakarya grubu ve Sezai KIDIKOĞLU’nun da bulunduğu bir grup arkadaşa mihmandarlık yapacaktım. Tabi Anıttepe tarafından girince sağdan mı soldan mı girelim derken Sezai, “kılavuzu karga olanın ……” diyerek benim mihmandarlığıma jest yapar. Dakika bir gol bir! Kıdıkoğlu’nun sözlerine bozulmakla birlikte kendisine anında cevap verememiştim. Zamanla tanıyınca arkadaşımızın pratik zekasına, hazır cevaplılığına ve de fiziksel atikliğine/çevikliğine hayran kalmıştım. Halen bu konularda eline kimse su dökemez diyorum!. (Sonradan iyi ki bulaşmamışım diyerek soğukkanlılığımı takdir ettim. Kıdıkoğlu’nun taktığı lakaplar tutmuş, diğer arkadaşlarca da tasvip görmüş ve yıllıklarda yerini almıştır. Özellikle aynı sırayı paylaştığı Ahmet EREZ ile inat konusunda yarışmaya çalışsa da Ahmet daha üstün çıkmıştır. Ünye’li bu arkadaşımızı sayfalara sığdırmak zordur, kendisiyle kolej-akademi-staj-kadro anılarımız ise anlatmakla bitmez. Bunların sadece birkaçını aşağıdaki satırlarda paylaşacağım…)

Kolej yılları
Sezai, Matematik derslerinde özellikle Cebir problemlerinde sınıfın kurtarıcısı olarak İbrahim Turgut BAYRAM hocamızın da en gözde öğrencilerinden biri olur. Spor ve jimnastiğe yatkın ve de kabına sığmayan bir yapıdaki arkadaşımız Beden derslerinde de atikliği/çevikliği ile öne çıkar. Dersler dışında bahçedeki Kombine (teneffüslerde, boş zamanlarımızda spor yaptığımız, oyun oynadığımız, söyleştiğimiz vazgeçilmez bir alan) üzerinde adeta koşarcasına hareket ederken bitmez-tükenmez enerjisiyle çoğumuzun dudaklarını uçuklatır. Judoda hangi kuşağa ulaşsa da, okul bahçesindeki minyatür futbol maçlarımızın da olmazsa olmazı idi. Büyük Önder Atatürk’ün; “Ben sporcunun zeki, çevik vede ahlaklısını severim….” sözünde olduğu gibi zeki, çevik vede sportif bir arkadaşımızdır.
Kolej 1. ve 2.sınıf derken günler çabuk geçer. 3.sınıf olarak Kolej son sınıf olunduğunda, biraz daha olgunlaşmış abi olmuştuk. Yapımız ve yaşımız gereği protest bir kişilik/birey bizi sarmalarken, Okulda uygulanan disiplin anlayışına üst sınıfların ast sınıflar üzerindeki hükümranlık geleneğine karşı bir duruş sergileriz. Özellikle Sezai  arkadaşımızın da içinde yer aldığı bir grup arkadaşımızla birlikte bizim devrelerimizin ast sınıfları ezmelerinin önüne geçmeye çalışırız. Kolej tarihinde “Kaba kuvveti” biz kaldırdık sözü belki çok iddialı olacaktır ama en azından bu konuda kararlı bir duruş sergiledik. Nöbetçi komiser (76’lı Gazi ÖZTÜRK) tarafından çağrılıp bu okuldaki geleneklere aykırı davrandığımız konusunda uyarılsak da, biz her akşam astlarımızı fiziki şiddetten kurtarabilmek için adeta kol geziyorduk.
(M. Foucault’a göre; özne, bireyden farklıdır. Özne, içinde bulunduğu toplumun disiplinci/düzenleyici politikaları tarafından ehlileştirilmiştir. Kendisini özgür bir karar veren olarak görür, ancak aslında iktidar tarafından olması istenilen kalıbın bir parçasıdır. Birey ise içinde bulunduğu iktidarı sorgulamakta ve gözetim toplumundan kurtulmanın yollarını aramaktadır. Özneleşmiş kişiler için varolan düzene uymak dışında bir alternatif yoktur.
Sosyoloji kuramlarına göre özne olmaktan birey olmaya geçişin yolu; bolca empati ve cesarete sahip olmak ve görmezden gelmemek, başka bir kimse tepki vermese bile bir tavır almak ve bir duruşa sahip olmaktan geçmektedir.)
Kolej son sınıfta, bir Cuma akşam yemeğinden sonra sınıfta Sezai ile ödev yapıp ortaklaşa sigara içerken nöbetçi komiseri Kemal Yurtsever’e yakalanırız. Bizdeki cahil cesaretinden başka bir şey değil. Arkadaşlar kenefte, inşaatta ya da diğer zula yerlerde sigara içerken biz de sınıfta içiyorduk. Ödev yaparken tüttürdüğümüz sigarayı elimizde saklayarak içsek de dumanı saklama şansımız yoktu. Sorulara cevap vermemiz esnasında çıkan dumanı açıklamanın ise hiç bir anlamı yoktu. Ardından paket nerede soruları bizlerin zorlandığı durumlardı. Paket bulunamayınca, inandırıcı olmuyor; “Enstitülü bir abiden aldık” şeklindeki ilk verdiğimiz cevap geçerli oluyorsa da hafta izinsizliği cezasından kurtuluş yoktu. Ardından hafta sonu diğer arkadaşlar dışarı çıkarken bizler okul içersinde saat başı nöbetçi amirliğindeki defteri imzalayıp zaman geçirirdik. İlk sigara cezamızı çekerken Anıttepe Lisesinin bahçesindeki merdivenlere oturup bu kez açık alanda yine Sezai ile birer sigara yaktık. Öyle sohbete dalmış, efkarlanmışız ki bu kez -nereye bakıyorsak, ne konuşuyorsak ya da neyle ilgileniyorsak yine gafil avlanmış- hafta sonu yanında eşi ile birlikte okula gelen sınıflar amirimiz Cengiz Girgin’e yakalanmıştık. Arkasından gelen katlamalı hafta izinsizliği cezası bizi yıldırmıyordu. Zaten toplum olarak yasak şeylere karşı zaafiyetimiz yüksektir. Bizler de bu toplumun bireyleri olarak vazifemizi yapmaktan kaçınmıyor, üzerine üzerine gidiyorduk.
(2005 yılı içersinde bir akşam Sezai beni telefonla arayarak “eşi ile birlikte sigarayı bıraktıklarını” açıklamasına ilk etapta inanamasam da kolejden ‘sigara kaderdaşı’ olan arkadaşımın -geçde olsa-  2004 Temmuzun da sigarayı bırakmasına çok sevindim. Ancak sonraki yıllarda ailece tekrar sigaraya başladıklarında ise üzülmedim değil!.)

Bir keresinde Sezai ile birlikte haftasonu Kanyak alıp okulda şurup şişelerine boşaltmıştık. Fırsat bulup içmeye çalıştığımız esnada sınıfa giren dinibütün bir arkadaşın elimizdeki şurup şişelerini görüp boğazının ağrıdığını, öksürdüğünü söylemesi üzerine bizde her şurubun iyi gelmeyeceğini söylesek de ısrarı üzerine vermek zorunda kaldık. O arkadaşın Kanyaktan tadıp biraz acıymış dediğini hatırlıyorum. Bizde daha sonra foyamız ortaya çıkmasın diye bu işi bırakmıştık.

            Bizler Kolej sürecinde yaz tatillerinde gezi/seyahat amaçlı arkadaşlarımıza misafir olurduk. 1977 yaz tatilinde ise Ünye’ye gidip Sezailere misafir olup ailesi/akrabaları/arkadaşları ile tanıştım. Sezai ile 1 haftaya yakın Ünye’yi gezip, Karadeniz’de yüzüp, kayalıklarda midyelerle tanışıp, kah tekne ile açılıp ağ atıp kah olta ile balık tutup, akşamları sahilde balık keyfi yapıp, bazen de arkadaşları ile kahvede oyun oynayıp vakit geçirdik. Benim için Ünye seyahati Ankara dışında ilk kez uzak bir yere gitmem nedeniyle bir ilk ve unutulmaz bir seyahat olmuştu.


Akademi/Enstitü yılları
Kolejde 3 sene A sınıfını paylaştığımız arkadaşımız ile kolej bitimindeki ilk stajımızda da Diyarbakır da birlikteliğimiz devam eder. Mardinkapı karakolunda polis mesleği ile ilgili (tutanak tutma, kroki çizme, üst arama, ifade ve dr.raporu alma, nokta ve devriye görevi gibi) farklı tecrübeler ediniriz. Staj boyunca Ofis semtindeki Kredi Yurtlar Kurumunun yurdunda kalıp, gündüzleri serinlemek için havuzları, geceleri çay bahçelerini mekan tutarken, Diyarbakır surlarını, Gazi köşkünü, pasajlarını, caddelerini arşınlayıp, düğün davetlerine çok azda olsa icap edip geleneksel yemek ve boğma rakılarından tadarız. Enstitü/Akademi’de sınıflarımız ayrılsa da arkadaşlıklar devam eder. Boykot ve sonraki stajlarımızda farklı yerlerde oluruz.
Karadeniz’e aşık olduğunu, balıkçı olduğunu, hatta yüzerken bile balık yakaladığını söylese de, 1982 Mezuniyet Albümüne/Yıllığa geçen sözleriyle “Barış sözcüğünü pek severim. Sanıyorum insanlar hep elele ve birlikte yaşarlarsa mutlu olacaklardır” istemini, umarım yaşam sürecinde uygulayabilmiştir.
Enstitü/Akademi son sınıf staj dönüşü okul başlamadan Ankara’ya erken gelip, bir grup arkadaş (Mehmet Selvi, Ayhan Acet, Tayfur Ceren, Sezai Kıdıkoğlu) ile Salon Rua’da buluşup, Maltepe de bir lokanta da yemek yanında alkol alıp son sınıfı kutlarken, Sezai bizi sollayıp, bizden biraz fazla bir-iki duble daha içer. Yemek sonrası hepbirlikte Kızılay’a kadar yürürüz. Mehmet’le Ayhan ayrılırken, Sezai ve Tayfur ile Saimekadın’a bize gideriz. Sezai gece geç saatlerde 2-3 gibi alkolün etkisiyle rahatsızlanınca Tayfur’la ikimiz yer yer sırtımıza alarak zar zor Tıp Fakültesi Acil Servisine götürüyoruz. Sezai’ye serum takılırken, bizde yanındaki sedye ve koltukta sızıyoruz. Bir ara uyandığımızda Sezai’nin yanındaki adam eks olmuş, morg hazırlıkları yapılırken biz ürperip Sezai’nin sessizliğine hepten telaşlanırız. Nabız ve kalp atışlarını gözlemlesek de, acildeki görevliler durumu teyit edince ancak rahatlıyoruz. Sezai serum takviyesi ile mışıl-mışıl uyurken biz hop oturup hop kalkıyoruz. Sezai ise kendine geldikten sonra akşamki hiçbir şeyi hatırlamıyor!.

Meslek/Kadro yılları
1982 yılında 4 yıllık Polis Enstitüsü Yüksek Öğrenimi (Polis Akademisi) bitirince Karadeniz/Kuzey çocuğu olarak Akdeniz/Güneyde Hatay ilinde 62839 sicil sayılı Komiser Yardımcısı olarak göreve başlar. Hatay ilinde 4.5 aylık görevinin ardından devremizin ilk dönem askere gidenlerinden (Ahmet TÜRKER, Ahmet EREZ gibi) biri olur. 15 Aralık 1982 tarihinde vatani görevi için Tuzla Piyade Okulunda 4 aylık eğitim sonrası Deniz Piyade Asteğmen olarak İstanbul Boğaz Komutanlığına kura çeker. O doğma-büyüme deniz çocuğudur. Tabiki denizci olacaktır. 31 Mart 1984 tarihinde terhis olur.
Askerlik sonrası 1984 Nisanında Hatay Emniyet Müdürlüğünde göreve başlaması gerekirken, o dönemde icat edilen daha doğrusu 12 Eylül darbesinin ardından meslekteki işgüzarlarca uygulanan güvenlik soruşturması gerekçesiyle gereksiz bir sıkıntı yaşatılır. Belki de ta mesleğinin başında devre arkadaşları arasında 12 Eylül’ün ilk mağdurlarından biri olur. Nereden bakarsanız bakın 2.5 ay kadar maaş almadan boşa geçen bir süreçtir. Herkesin herkese şüpheyle baktığı bir dönemde kime derdini nasıl anlatacaktır. Kimi arkadaşlar o dönemde el üstünde tutulurken, Sezai için yok yere bekletilmek psikolojik bir işkencedir. Sezai, askerlik sonrası 2.5 ay boşta bekletilmesinin ardından Sivas ilinde göreve başlatılır (18.6.1984).
Sezai o sıkıntılı günlerde 2113 Hasan KIZILAY’ın kızkardeşi Hüseyin-Şefika kızı sağlık çalışanı Emine (Şengül) Hanım ile 1985 yılında yaşamını birleştirir/evlilik yapar. Sivas ilinde 2 yıl görev yapmasının ve komiser rütbesine terfi etmesinin ardından 1986 yılı atama döneminde bu kez şark görevi çıkmış, Elâzığ iline atanmıştır. Elazığ kadrosunda komiser rütbesinde görev yaparken 06 Haziran 1987 tarihinde biricik oğlu Mustafa Adnan dünyaya gelmiş, 28 yaşında baba olmuştur. (Emine hanım Ankara’da Onkoloji Hastanesinde görev yaparken, oğulları Adnan ise makine mühendisi olup, Ankara’da özel bir şirkette çalışmakta.)
Elazığ’da 4 yıllık görev sürecinde başkomiser rütbesine terfi ederken, 1990 yazında 2. Bölge şark hizmetini tamamlayıp İstanbul iline atanmıştır. İstanbul ili Şile ilçesinde 1 yıl kadar görev sonrası bu kez 1991 yazında iç Anadolu’ya Konya iline atanır. Konya ilinde 5 yıllık görev sonrası 1996 sonbaharında Bolu iline atanır. Sezai 1999 Bolu depremini yaşar. Depremin 1 yıl sonrasında 2000 yılı sonbaharında Erzurum Polis Okuluna atanır. Yıllar sonrası Sezai ile aynı kadroda olmasa bile aynı ilde Erzurum’da yolumuz çakışırken aynı zamanda lojman komşusu oluruz. Sezai 2 yıllık Erzurum POMEM görevi esnasında 2001 yazında 2. SEM rütbesine terfi ederken 2002 yazında ise daha önce 4 yıl görev yaptığı Bolu iline emniyet müdür yardımcısı olarak atanır. Bolu ilinde 3 yıl daha görev yapmasının ardından 2005 yazında 1. sınıf emniyet müdürlüğüne terfi sonrası APK ve Strateji Dairelerinde merkez emniyet müdürü olarak istihdam edilmiştir. Sezai bu süreçte ikametini 7 yıl öğrencilik yaptığı Ankara’ya taşıyarak artık Ankara’lı olacaktır.
2006 yazında (4.7.2006) Teftiş Kurulu Başkanlığına “Polis Başmüfettişi” olarak atanır. Teftiş kuruluna atanmasının 3 ay sonrasında da (Ekim 2006) Merzifon POMEM Müdürlüğüne atanır. 2 yıl 2 ay kadar POMEM Müdürlüğü ardından 2008 yılı sonunda yeniden Teftiş Kuruluna döner. 2009-2013 yılları arası Teftiş Kurulundaki görev trafiği yoğun olmasa da soruşturma ve teftiş görevlerinde bulunur. 17-25 Aralık 2013 tarihi sonrası ise Teftiş kurulunun en çok efor sarfeden müfettişlerinden birisi olur. İstanbul iline gönderilen/görevlendirilen ve aylarca İstanbul’u mekan edinen müfettişler arasında yer alırken, 17 Temmuz 2016 darbe sonrasındaki süreçte de çok sayıda görev ve soruşturmaya imza atmıştır.
2015 ve 2017 Yüksek Değerlendirme Kurulu kararı çerçevesinde görevine devam etmesi uygun görülen arkadaşımız, 23 Temmuz 2019 tarihli gecikmeli YDK kararı ile yaş haddinden emekliliğine 47 gün kala belki de emniyet teşkilatında bir ilke imza atılırken son güne kadar izin kullanmayıp elindeki kalabalık ve karmaşık soruşturma dosyasını tamamlamak için (asli görev olarak adlandırılan günümüz il müdürlerinin, daire başkanlarının çoğunun 08.00-17.00 devlet memuru mantalitesiyle mesai yaptığı süreçte) haftasonu demeden mesai mevfumu gözetmeksizin efor sarfeden bu arkadaşımız ‘hiçbir başarı karşılıksız kalmaz’ denilerek resen emeklilik çerçevesinde emekli edilerek çok sevdiği ve 41 yıllık birfiil görev yaptığı mesleğine geçmişte pek örneğine rastlamadığımız bir şekilde kendisine gösterilen vefasızlık sonrası veda etmek zorunda kalmıştır.
Sezai kolej sıra arkadaşı Ahmet EREZ’in Abdurahman ÇELEBİ’si olacaktır. Ta ilk yıldızında iken askerlik sonrası mağdur edilirken, sonrasında da kadro kadro tam tamına 8-9 vilayet gezecek -yurtdışı görevlerden muaf- adeta Anadolu gezgini olacaktır.
O, koleje başladığı ilk günkü gibi içindeki çocuğu hep canlı tutmuş, mesleğe başladığı ilk günden itibaren haksızlıklara tahammül edemeyip sorgulamış, yanlışlıklara/ haksızlıklara karşı durmuş, bulunduğu birimlerden/görevlerden/yerlerden gönderilmek pahasına sözünü hiç esirgememiştir.
Nice eli kalem tutmayan, bir dilekçe yazmaktan aciz, devletin sırtından geçinen, birilerinin korumasında/koltuğu altında sırtı sıvazlanan il, daire yada yurtdışı gibi görevlerle kaymaklandırılanlara nazaran (Bu görevleri layığıyla/hakkaniyetle yerine getirenleri tenzih ediyorum) o hiçbir zaman adaletten, doğruluktan, haktan yana hiçmi hiç taviz vermez.  
O, Karadeniz’in sert dalgaları gibi dirençlidir. Yaşam sürecinde eğilmeyi/eğrilmeyi beceremediği gibi her daim dik bir duruş sergilerken, doğru bildiği yoldan da hiç şaşmaz. O devresinin gözbebeklerinden birisidir. Gönlümüzde her daim bir yerlerde onurlu bir yaşam/görev anlayışı ile meslek yaşamını/maratonunu kendine yakışır bir şekilde tamamlayarak emeklilik yaşamına yelken açar. 60’lık bir delikanlı olan arkadaşımıza  bundan sonraki yaşamında ailesi ile birlikte nice sağlıklı/huzurlu günler diliyorum.
Sezai, 40 yıl önce bizim için özeldi. 40 yıl sonra ise sadece biz kolej arkadaşlarının değil, birlikte görev yaptığı meslektaşlarının da gönlünde yer tutarak, emniyet teşkilatının yazılı/yazısız tarihinde kendine yer bulacaktır… 10 Eylül 2019
Remzi KOÇÖZ

12.10.19

30 Yıl Sonra (Şiir)


30 YIL SONRA…

Sanki ilk günkü gibi heyecan duyan
Sanki yılları geride bırakan
Saçını ağartan ben değilim.
Gözlerde çukurlar,
Alındaki kırışıklıklar,
Dökülen saçlar.
Zaman fiziksel olarak yıpratsa da
Ruhsal açıdan
İlk günkü gibi heyecan dorukta!
30 yıl önce girdiğim ocaktan
Hiç ayrılamamış,
İlk günkü arkadaşlıkları,
Dostlukları,
Paylaşmaları
Unutmamıştım.
Kavgalar, kin gütmeler, ayrışmalar,
Çatışmalar olmadı değil!
Küsmedik, konuşmadık değil!
Ama sonunda
Uygar davranış sergiledik.
O günlerin Türkiye’si bizleri de kasıp kavurdu.
Kimilerini öğrencilik,
Kimilerini de meslek yaşamı,
Hayatın ta kendisi aramızdan ayırdı.
Kadroda sırt sırta görev yaptık.
Bazen vefasızlıklar yaşansa da
Zor günlerde birbirimize koşmaya çalıştık.
Birbirimizi kırdığımız,
Üzdüğümüz günleri
Bugün çocuksu bulduk.
Tabi ki idealler
Ve bize verilen ruh dışında
Saygınlığını kaybedenler hariç.
Onlar bizim için
Hep meclis dışında kalacaklar.
Hiçbir mazeret bizleri kirli-karanlık,
Kanunsuz, ahlaksız işlevlere bulaşmayı,
İhanetleri hoş görmeyi haklı kılamaz.
Onun için;                                                                                                                          
bugün başımız dik gezip,
Kurtlar sofrasından geçerek
Bugünlere yara almadan gelmişsek
Bu bizler kadar,
Bizi yetiştiren ailelerimiz,
Öğretmenlerimiz ve
Bize örnek olan büyüklerimizin
Katkıları yadsınamaz.
Ve o onur;    
Bizden daha çok
Bizden sonra ki kuşağa,
Çocuklarımıza bırakacağımız
En büyük miras olacaktır...
Nisan 2005 / Ankara

Remzi KOÇÖZ