15.10.19

CEZAEVİNDE ÖLEN ADAM (Anı/öykü)


            CEZAEVİNDE ÖLEN ADAM (*)

           ‘En büyük yargı Vicdan, en büyük yargıçsa insanın kendisidir. Ceza yada mahkumiyet                     yerini bulacak, bazen kendi yaşamına son vermek kadar ağır bir kararla karşılaşılacaktır.               İster muhasebe, ister muhakeme, ister mahkeme, ister hesaplaşma, ister infaz olarak                         adlandıralım. Ne tanık, ne avukat, ne mahkeme, ne ara karar, ne dosyalar, ne keşif, ne   
         bilirkişi, nede yargıç gerekecektir. Her şey kapanacak, Adalet kendi dünyasında gerçekleşmiş 
         olacaktır. O zaman;  en büyük, en doğru  adalet insanın kendini vicdanında yargılaması ile 
         gerçekleşmiş olacaktır.’


          1987-89 yılları arası ilk şark görevimi Şanlıurfa’nın Bozova ilçesinde yapıyorum. Bozova Urfa’nın 35 km. kuzeyinde, Atatürk Barajına 25 km. uzaklıkta, o tarihlerde 10.000 nüfuslu bir ilçe. Güneydoğunun feodal yapısı burada da hakim ve geçerli. Anlatacağım olay sıradan bir polisiye görünse de, sonrası ilginç ve düşündürücü...

          Esnafın biri cadde üzerindeki manifatura dükkanından güpegündüz hırsızlık olduğunu telefonla ihbar edip şikayette bulununca, ekibi sevk edip olay yerinin görgüsünü yaptırıp, dükkan sahibinin karakolda ifadesini aldırarak soruşturmaya başlıyoruz. İfadesinde sayısını tam veremediği  dükkan girişindeki takım elbiselerini çalana ait bir isim ve eşkal vermesi üzerine Atatürk Barajı şantiyesinde çalışan eşkale uygun birini araştırıyoruz. Aradığımız şahsın bugün doktordan sevk alarak işlemleri için izin alıp şantiyeden ayrıldığını yetkililerden öğrenmemiz üzerine, Baraj  giriş-çıkışındaki jandarma noktasına isim ve eşkal veriyor, şahsı ikindi üzeri ilçe-giriş çıkışındaki  yol uygulaması sonrası yakalayıp gözaltına alıyoruz.. Diğer şahsı ise bu kişiden öğreneceğiz.
(Atatürk Barajının büyüklüğü nedeni ilçe nüfusu paralelinde bir nüfusa ulaştığı, yöre halkına öncelikle iş verildiğinden, ayni ad-soyadlı birden fazla kişiye rastlamak olağan şeylerdendi. Bunun için eşkale de önem vermek gerekiyordu. )
Şahıs bize her şeyi fazla sorun çıkarmadan olduğu gibi anlatıyor. Zaten o gün Gaziantep SSK’ya sevk yaptırmış, böbrek ve ciğerlerinden tedavi görmesi gerekiyormuş. İlçede kayınbiraderi ile karşılaşıp sağlık durumunu anlatmaya çalışıyor. Daha önce hırsızlıktan vb. suçlardan sabıkalı kayınbiraderi de bunu yanına alarak bahse konu dükkana birlikte giriyorlar. Bunlar baraj tarafındaki köylerden olsalar da az çok esnaf tarafından tanınıyorlar. Ve de zaman zaman bu esnaftan alışveriş yapıyorlar. İşçi , esnaf ile kendi durumu ile ilgili görüşürken bir ara kayınbiraderi dışarıya çıkıyor. Arkasından işçi vatandaşımızda dükkandan çıkıyor. Bakıyor dışarıda kayınbiraderi yok. Sağa-sola bakınsa da göremeyince oradan ayrılıyor. Esnafta bunların durumuna şaşırıyor, bir anlam veremiyor.
Kayınbiraderi kaşla göz arasında dükkan dışında asılı duran 3 takım elbiseyi alarak kaçmış. Barajdaki İşyerine uğradığında kalmış olduğu  yatakhaneye takım elbisenin birini bırakıp üzerine not yazıp, kayıplara karıştığını öğreniyor. Bu zaman dağarcığında takım elbiseyi alarak Urfa’daki Mezat’a (ikinci el eşya alınıp satılan pazar) götürüp satıyor, dönüşünde de ekiplerimizce yakalanıyor. Satmasının nedenini de hem korkusundan hem de hastaneye gideceğinden para ihtiyacını gidermek için olduğunu anlatmaya çalışıyor. Ve davranışı ile de kendini suça ortak ediyor.
Dükkan sahibi bu iki şahsın durumundan işkilleniyor dükkanın dışına çıktığında takım elbiselerinin bir kaçının olmadığını görünce şüpheleneceği ilk kişi bunlar oluyor. O arada başka gelen giden olmadığı gibi bunların davranışları, geliş ve ayrılışları kendilerini ele veriyor. Kayınbiraderi profesyonel olduğu kadar işçi vatandaş da o kadar amatör, aslında alış veriş yapmış olduğu bir esnaf. Kayınbiraderinin doğru bir adam olmadığını bilse de hırsızlık amacıyla kendini kullanacağını hiç aklına getirmiyor.
        Bazı olayların aksine çok özellik arz etmese de bu olayda ekibin başında  tahkikatı direk yönetiyor, memurlara yapmaları gereken ayrıntıları notla bırakıyordum. Atatürk barajındaki işçi yatakhanesindeki dolabında arama yapıyor, arkasından eşyanın parasını zapta geçerek, malı sattığı Urfa’daki mezata gidip, dükkanı buluyor, malı alıyor, dükkan  sahibinin ifadesi ile tutanak  tanzim ederek Bozova’ya dönüyoruz. Şahsı olay  yeri dükkanda yer gösterme yaptırdıktan sonra nezarete koyuyoruz. Kendisine yiyecek bir şeyler söyleyecekken  “İnci Baba” lakaplı şahsın yapılacak olan genel seçimlere bu bölgeden bağımsız milletvekili adayı olarak katılması ve seçim çalışmaları nedeniyle promosyon olarak Karakola göndermiş olduğu dürümlerden payıma düşeni kabul etmeyip ona verdiriyorum.
        (O seçimlerde bölgenin ve ülkenin tanınmış simalarından Yaşar Nabi İnciler memleketi Urfa’dan bağımsız milletvekili seçilebilmek için yeterli oy almasına rağmen oy pusulalarına ad-soyadının yazılması gerekirken halk tarafından bilinen İnci baba lakabının yazılması sonucu yaklaşık 35.000 oy geçersiz sayılarak milletvekili olamaz.)
            Nezarete koydurduktan sonra bizden isteği olan sigara içmesine kısıtlı da olsa izin veriyor, yakınlarından battaniye getirmelerini istiyoruz. “Bizim hırsız yakınımız yok” diye kimse sahip çıkmıyor. Bende saat 24:00’den sonra tedbir olarak nezaretten çıkartarak nezarethanenin yanındaki personel tarafından lokal olarak kullanılan odada kaloriferin yanındaki banklara uzanması için talimat veriyor, üzerine örtecek bir şeyler verdiriyor, gece gurubundaki personele doktor raporunu göstererek dikkat etmelerini tembih ediyorum. O gece Jandarma ile koordineli olarak firari olan sanığın köydeki evlerine baskın yapsak ta bulamıyoruz. Aslında bizde bulamayacağımızı düşünmüş olsak ta evrakın gereği olarak bu aramayı yerine getiriyoruz. Düşündüğümüz gibi, malı kapıp kaçmış; ver elini güney illeri.  
           Sabah gelince arkadaşlar zanlının herhangi bir şey yemeyip sadece çay ve sigara içtiğini söylüyorlar. Zaten işin gerçeğini bize anlatırken bile oldu bittiye oyuna geldiğini, başkasının daha doğrusu kayınbiraderinin kendisini yakarak, hırsız olarak başkalarına rezil olduğunu, kimsenin yüzüne bakamayacağını defalarca bizimle paylaşıyor. Bizde kendisine acıyor, fakat yapacak bir şey bulamıyorduk. Ona hırsız değil de normal bir işi olan kişi gibi davranıyor, moral vermeye çalışıyor, kayınbiraderini yakalayınca kendisinin suçsuz olduğunun ortaya çıkacağını söyleyerek teselli ediyorduk. Adam vicdanen kendini mahkum etmiş, sürekli niçin yaptım diyerek hayıflanıyordu. Bazen uzun süreli konuşmayarak sabit bir noktaya kenetleniyordu. Evrakla ilgili işlemleri bitirdikten sonra öğleden sonra Adliyeye çıkartıldığında tutuklanarak ilçe cezaevine alınıyor.
           O gece yarısı saat 03/04:00 gibi uyandırılıyorum. Bugün tutuklanan hırsızlık zanlısının cezaevinde ölmüş olduğunu duyunca içim geçiyor. Cezaevine girdikten sonra hiçbir şey  yemeyerek, sigara içip kendini kahrederek yaşamına bile bile son veriyor. Gerçekten üzülmemek elde değil. Tahkikatı başından sonuna kadar ben yürüttüğüm ve yakinen tanımaya çalıştığım için bu işi istem dışı oyuna getirilerek yaptığına, günahı olmadığına inanıyordum. 
            Zaten gururlu bir yapısı olmasa kendi kendine kahrederek ölümüne sebep olmaz, yan gelip yatardı. Yapmış olduğu suç genel suçlar kapsamında devede kulak kalır, fazla bir ceza almazdı. Ama o vatandaşımız bu olayın ortaya çıkmasını, duyulmasını, insanlara nasıl açıklayacağını bilemiyor, için için kendini yiyordu. Hayatında ilk kez beşer-şaşar şeklinde hataya düştüğünü bir anlık basiretinin bağlanması karşılığında düştüğü durumu kabullenemiyor, bir türlü kendini affedemiyordu. Bazı insanlar dostlar alışverişte görsün diye iş açığa çıkınca, görüntü yapar tiyatro oynarlar, bu ise gerçeği oynamıştı.  Ciğer ve böbreklerinden olan rahatsızlığı daha da nüksederek ölümünü çabuklaştırmıştı. Bir nevi uzun süreli intihar kararı gibi bir şey..
            Geceden cenaze sağlık ocağının morguna kaldırılarak Savcı Hanım tarafından otopsi yapılıyor. Yakınları hemen ölüm teşhisini koyup “kişinin emniyet tarafından geceden öldürüldüğüne” dair fısıltı şeklinde dedikodu yaymaya başlıyorlar. Sabahleyin yanıma gelen memurlar çarşıda herkes “polis tarafından nezarette ölümüne dövülerek, cezaevinde de öldüğünü” konuşuyorlar diyor. Bizi tanıyan esnafta böyle bir şey olup olmadığını telefonla soruyorlardı. Sağlık ocağı çevresinde önlem aldırıp, ilçe içerisinde de önlemlerimizi artırıyoruz. Cenaze köyde defnedileceğinden cenaze gidene kadar Jandarma ile koordine kurarak ilçe merkezinde olay olmaması için tüm önlemlerimizi alıyoruz.
            Dirisine sahip çıkmayan insanlar, yakınları ölüsüne sahip çıkıyorlardı! Karakola battaniye, yemek getirmeyenler, timsah gözyaşları dökerek ajitasyon yapıyor, provokasyon  için ortam gelişiyordu. İşte bu süreçte akıllı olmak sağduyulu hareket etmek gerekiyordu. Şaka-maka yarım gün içerisinde polise karşı olumsuz bir hava yaratılmış, vatandaşta  cehaletinden inanmaya başlamıştı.
Kaderci-kapalı toplumların yapısı diyorum;
      Geri kalmışlığın genel yazgısı: anlamadan, bilmeden, araştırmadan, kulaktan dolma bilgilerle yargıya varmak, karar vermek işin kolay olanı. Emek, alın teri istemez hazıra konar, içgüdülerinle hareket edersin..!
İlçede sessizlik ve gerginlik hakim, cenaze herhangi bir olumsuzluk olmadan köyüne götürülüp defnediliyor. Asıl suçlu ise piyasada yok, kaçak. Olayın üzerinden birkaç ay geçtikten sonra köyüne jandarma ile muayyen saatlerde baskın yapmamıza rağmen yakalayamıyoruz. Ailesine ölen damatlarının vebali oğullarının, onu bir an önce bize teslim edin, diyoruz. Onlarda “Allah belasını versin diyorlar. Buralara gelmediği gibi kendilerini aramadığını, adlarını kötüye çıkardığı için ondan nefret ettiklerini” belirtiyorlar. Tabi ki bunlar bize pek yabancı gelmiyor. Ölen çocuğa da ilk başta lanet okumuş, arkasından ölüsüne sahip çıkarak bizleri suçlamış, şikayetçi olmuşlardı.
Ölüm olayı ile ilgili şüpheli bir durum olmasa da Cumhuriyet Savcılığı  otopsi sonucunda alınan parçaları Adli Tıp’a gönderiyor. Ardından dava vekili avukatlar tarafından hakkımızda “işkence sonucu ölüme sebebiyet vermek” iddiasıyla Cumhuriyet savcılığına suç duyurusunda bulunuyorlar. Bir olumsuzluk olmadı  ama ters bir sonuç çıkarsa diye tedirgin oluyor, hop oturup hop kalkıyorum. 3-4 ay sonra gelen Adli Tıp raporunda “şahsın ciğerleri ile ilgili yetmezlik sonucu hayatını kaybettiğini başka herhangi bir durum olmadığı” açıklanınca rahatlıyorum.
Kaçan asıl zanlımız ile ilgili Mersin, Kıbrıs arası yer değiştirdiği, yer altı eğlence dünyasında fedai olarak çalıştığı, her türlü gayri meşru işlerle uğraştığı istihbarı rapor olarak geliyor. Ancak bu şahıs bizden önce güney illeri polisince değişik suçlardan aranıyor. Olaydan yaklaşık bir yıl sonra yakalanarak Mersin’de cezaevine giriyor. Bizim evrakta oradaki suçla birleştiriliyor. Asıl sanık bizlerle ve ölümüne sebebiyet verdiği eniştesinin varlığı ile yüzleşmiyor. Ama yıllar içinde dul bırakmış olduğu kız kardeşinin bedduası yerine gelmese de, yeğenleri, öz dayılarına kinlerini hiç tüketmeyecekler. Belki de olay aile büyükleri tarafından gerçekliği ile çocuklara anlatılmayarak aile içersinde bir sır olarak saklı tutulacaktır.
     Belki de; babalarının ölümünü polisten, devletten bilecek ve devlete güven duymayacaklardı. Bu yanlış yönlendirme gizli bir kan davası şeklinde, kin ve nefretle bezenerek devlete karşı yönlenecektir. Gerçekler dosyalar içerisinde tozlu raflarda, bizlerin belleklerinde kalacak asıl suçlu bedel ödemek yerine kendini inkar edecekti. 

       (O yıllarda devlet otoritesinin terör örgütü tarafından yıpratılmaya çalışıldığı yılların ortalarıydı. Örgüt karargahındaki isimler ilçeye yabancı isimler olmadığı gibi Bozova bölgesi de bu açıdan farklı bir özellik sergiliyordu!)
           
Ancak feodal toplum yapısının insana değer vermediğini yaşayarak görüyoruz. İnsana verilen değer azdan öte yok gibiydi. Buralarda iş gören hayvanlar, ekilen topraklar daha değerliydi. İnsan ise ölünce-öldürülünce değer kazanıp geride kalanlara ‘kan parası’ adıyla rant sağlayan gelir kapısı olmaya devam eder. Yas tutulacak, timsah göz yaşları dökülecek, töreler uygulanacaktı..!    

Remzi KOÇÖZ

Dip Not:
(*) Çağın Polisi Dergisi, ‘Polis Meslek Anıları’, Yayın No:1, Ankara-2004, s.228-233

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.