15.10.19

CEZAEVİNDE ÖLEN ADAM (Anı/öykü)


            CEZAEVİNDE ÖLEN ADAM (*)

           ‘En büyük yargı Vicdan, en büyük yargıçsa insanın kendisidir. Ceza yada mahkumiyet                     yerini bulacak, bazen kendi yaşamına son vermek kadar ağır bir kararla karşılaşılacaktır.               İster muhasebe, ister muhakeme, ister mahkeme, ister hesaplaşma, ister infaz olarak                         adlandıralım. Ne tanık, ne avukat, ne mahkeme, ne ara karar, ne dosyalar, ne keşif, ne   
         bilirkişi, nede yargıç gerekecektir. Her şey kapanacak, Adalet kendi dünyasında gerçekleşmiş 
         olacaktır. O zaman;  en büyük, en doğru  adalet insanın kendini vicdanında yargılaması ile 
         gerçekleşmiş olacaktır.’


          1987-89 yılları arası ilk şark görevimi Şanlıurfa’nın Bozova ilçesinde yapıyorum. Bozova Urfa’nın 35 km. kuzeyinde, Atatürk Barajına 25 km. uzaklıkta, o tarihlerde 10.000 nüfuslu bir ilçe. Güneydoğunun feodal yapısı burada da hakim ve geçerli. Anlatacağım olay sıradan bir polisiye görünse de, sonrası ilginç ve düşündürücü...

          Esnafın biri cadde üzerindeki manifatura dükkanından güpegündüz hırsızlık olduğunu telefonla ihbar edip şikayette bulununca, ekibi sevk edip olay yerinin görgüsünü yaptırıp, dükkan sahibinin karakolda ifadesini aldırarak soruşturmaya başlıyoruz. İfadesinde sayısını tam veremediği  dükkan girişindeki takım elbiselerini çalana ait bir isim ve eşkal vermesi üzerine Atatürk Barajı şantiyesinde çalışan eşkale uygun birini araştırıyoruz. Aradığımız şahsın bugün doktordan sevk alarak işlemleri için izin alıp şantiyeden ayrıldığını yetkililerden öğrenmemiz üzerine, Baraj  giriş-çıkışındaki jandarma noktasına isim ve eşkal veriyor, şahsı ikindi üzeri ilçe-giriş çıkışındaki  yol uygulaması sonrası yakalayıp gözaltına alıyoruz.. Diğer şahsı ise bu kişiden öğreneceğiz.
(Atatürk Barajının büyüklüğü nedeni ilçe nüfusu paralelinde bir nüfusa ulaştığı, yöre halkına öncelikle iş verildiğinden, ayni ad-soyadlı birden fazla kişiye rastlamak olağan şeylerdendi. Bunun için eşkale de önem vermek gerekiyordu. )
Şahıs bize her şeyi fazla sorun çıkarmadan olduğu gibi anlatıyor. Zaten o gün Gaziantep SSK’ya sevk yaptırmış, böbrek ve ciğerlerinden tedavi görmesi gerekiyormuş. İlçede kayınbiraderi ile karşılaşıp sağlık durumunu anlatmaya çalışıyor. Daha önce hırsızlıktan vb. suçlardan sabıkalı kayınbiraderi de bunu yanına alarak bahse konu dükkana birlikte giriyorlar. Bunlar baraj tarafındaki köylerden olsalar da az çok esnaf tarafından tanınıyorlar. Ve de zaman zaman bu esnaftan alışveriş yapıyorlar. İşçi , esnaf ile kendi durumu ile ilgili görüşürken bir ara kayınbiraderi dışarıya çıkıyor. Arkasından işçi vatandaşımızda dükkandan çıkıyor. Bakıyor dışarıda kayınbiraderi yok. Sağa-sola bakınsa da göremeyince oradan ayrılıyor. Esnafta bunların durumuna şaşırıyor, bir anlam veremiyor.
Kayınbiraderi kaşla göz arasında dükkan dışında asılı duran 3 takım elbiseyi alarak kaçmış. Barajdaki İşyerine uğradığında kalmış olduğu  yatakhaneye takım elbisenin birini bırakıp üzerine not yazıp, kayıplara karıştığını öğreniyor. Bu zaman dağarcığında takım elbiseyi alarak Urfa’daki Mezat’a (ikinci el eşya alınıp satılan pazar) götürüp satıyor, dönüşünde de ekiplerimizce yakalanıyor. Satmasının nedenini de hem korkusundan hem de hastaneye gideceğinden para ihtiyacını gidermek için olduğunu anlatmaya çalışıyor. Ve davranışı ile de kendini suça ortak ediyor.
Dükkan sahibi bu iki şahsın durumundan işkilleniyor dükkanın dışına çıktığında takım elbiselerinin bir kaçının olmadığını görünce şüpheleneceği ilk kişi bunlar oluyor. O arada başka gelen giden olmadığı gibi bunların davranışları, geliş ve ayrılışları kendilerini ele veriyor. Kayınbiraderi profesyonel olduğu kadar işçi vatandaş da o kadar amatör, aslında alış veriş yapmış olduğu bir esnaf. Kayınbiraderinin doğru bir adam olmadığını bilse de hırsızlık amacıyla kendini kullanacağını hiç aklına getirmiyor.
        Bazı olayların aksine çok özellik arz etmese de bu olayda ekibin başında  tahkikatı direk yönetiyor, memurlara yapmaları gereken ayrıntıları notla bırakıyordum. Atatürk barajındaki işçi yatakhanesindeki dolabında arama yapıyor, arkasından eşyanın parasını zapta geçerek, malı sattığı Urfa’daki mezata gidip, dükkanı buluyor, malı alıyor, dükkan  sahibinin ifadesi ile tutanak  tanzim ederek Bozova’ya dönüyoruz. Şahsı olay  yeri dükkanda yer gösterme yaptırdıktan sonra nezarete koyuyoruz. Kendisine yiyecek bir şeyler söyleyecekken  “İnci Baba” lakaplı şahsın yapılacak olan genel seçimlere bu bölgeden bağımsız milletvekili adayı olarak katılması ve seçim çalışmaları nedeniyle promosyon olarak Karakola göndermiş olduğu dürümlerden payıma düşeni kabul etmeyip ona verdiriyorum.
        (O seçimlerde bölgenin ve ülkenin tanınmış simalarından Yaşar Nabi İnciler memleketi Urfa’dan bağımsız milletvekili seçilebilmek için yeterli oy almasına rağmen oy pusulalarına ad-soyadının yazılması gerekirken halk tarafından bilinen İnci baba lakabının yazılması sonucu yaklaşık 35.000 oy geçersiz sayılarak milletvekili olamaz.)
            Nezarete koydurduktan sonra bizden isteği olan sigara içmesine kısıtlı da olsa izin veriyor, yakınlarından battaniye getirmelerini istiyoruz. “Bizim hırsız yakınımız yok” diye kimse sahip çıkmıyor. Bende saat 24:00’den sonra tedbir olarak nezaretten çıkartarak nezarethanenin yanındaki personel tarafından lokal olarak kullanılan odada kaloriferin yanındaki banklara uzanması için talimat veriyor, üzerine örtecek bir şeyler verdiriyor, gece gurubundaki personele doktor raporunu göstererek dikkat etmelerini tembih ediyorum. O gece Jandarma ile koordineli olarak firari olan sanığın köydeki evlerine baskın yapsak ta bulamıyoruz. Aslında bizde bulamayacağımızı düşünmüş olsak ta evrakın gereği olarak bu aramayı yerine getiriyoruz. Düşündüğümüz gibi, malı kapıp kaçmış; ver elini güney illeri.  
           Sabah gelince arkadaşlar zanlının herhangi bir şey yemeyip sadece çay ve sigara içtiğini söylüyorlar. Zaten işin gerçeğini bize anlatırken bile oldu bittiye oyuna geldiğini, başkasının daha doğrusu kayınbiraderinin kendisini yakarak, hırsız olarak başkalarına rezil olduğunu, kimsenin yüzüne bakamayacağını defalarca bizimle paylaşıyor. Bizde kendisine acıyor, fakat yapacak bir şey bulamıyorduk. Ona hırsız değil de normal bir işi olan kişi gibi davranıyor, moral vermeye çalışıyor, kayınbiraderini yakalayınca kendisinin suçsuz olduğunun ortaya çıkacağını söyleyerek teselli ediyorduk. Adam vicdanen kendini mahkum etmiş, sürekli niçin yaptım diyerek hayıflanıyordu. Bazen uzun süreli konuşmayarak sabit bir noktaya kenetleniyordu. Evrakla ilgili işlemleri bitirdikten sonra öğleden sonra Adliyeye çıkartıldığında tutuklanarak ilçe cezaevine alınıyor.
           O gece yarısı saat 03/04:00 gibi uyandırılıyorum. Bugün tutuklanan hırsızlık zanlısının cezaevinde ölmüş olduğunu duyunca içim geçiyor. Cezaevine girdikten sonra hiçbir şey  yemeyerek, sigara içip kendini kahrederek yaşamına bile bile son veriyor. Gerçekten üzülmemek elde değil. Tahkikatı başından sonuna kadar ben yürüttüğüm ve yakinen tanımaya çalıştığım için bu işi istem dışı oyuna getirilerek yaptığına, günahı olmadığına inanıyordum. 
            Zaten gururlu bir yapısı olmasa kendi kendine kahrederek ölümüne sebep olmaz, yan gelip yatardı. Yapmış olduğu suç genel suçlar kapsamında devede kulak kalır, fazla bir ceza almazdı. Ama o vatandaşımız bu olayın ortaya çıkmasını, duyulmasını, insanlara nasıl açıklayacağını bilemiyor, için için kendini yiyordu. Hayatında ilk kez beşer-şaşar şeklinde hataya düştüğünü bir anlık basiretinin bağlanması karşılığında düştüğü durumu kabullenemiyor, bir türlü kendini affedemiyordu. Bazı insanlar dostlar alışverişte görsün diye iş açığa çıkınca, görüntü yapar tiyatro oynarlar, bu ise gerçeği oynamıştı.  Ciğer ve böbreklerinden olan rahatsızlığı daha da nüksederek ölümünü çabuklaştırmıştı. Bir nevi uzun süreli intihar kararı gibi bir şey..
            Geceden cenaze sağlık ocağının morguna kaldırılarak Savcı Hanım tarafından otopsi yapılıyor. Yakınları hemen ölüm teşhisini koyup “kişinin emniyet tarafından geceden öldürüldüğüne” dair fısıltı şeklinde dedikodu yaymaya başlıyorlar. Sabahleyin yanıma gelen memurlar çarşıda herkes “polis tarafından nezarette ölümüne dövülerek, cezaevinde de öldüğünü” konuşuyorlar diyor. Bizi tanıyan esnafta böyle bir şey olup olmadığını telefonla soruyorlardı. Sağlık ocağı çevresinde önlem aldırıp, ilçe içerisinde de önlemlerimizi artırıyoruz. Cenaze köyde defnedileceğinden cenaze gidene kadar Jandarma ile koordine kurarak ilçe merkezinde olay olmaması için tüm önlemlerimizi alıyoruz.
            Dirisine sahip çıkmayan insanlar, yakınları ölüsüne sahip çıkıyorlardı! Karakola battaniye, yemek getirmeyenler, timsah gözyaşları dökerek ajitasyon yapıyor, provokasyon  için ortam gelişiyordu. İşte bu süreçte akıllı olmak sağduyulu hareket etmek gerekiyordu. Şaka-maka yarım gün içerisinde polise karşı olumsuz bir hava yaratılmış, vatandaşta  cehaletinden inanmaya başlamıştı.
Kaderci-kapalı toplumların yapısı diyorum;
      Geri kalmışlığın genel yazgısı: anlamadan, bilmeden, araştırmadan, kulaktan dolma bilgilerle yargıya varmak, karar vermek işin kolay olanı. Emek, alın teri istemez hazıra konar, içgüdülerinle hareket edersin..!
İlçede sessizlik ve gerginlik hakim, cenaze herhangi bir olumsuzluk olmadan köyüne götürülüp defnediliyor. Asıl suçlu ise piyasada yok, kaçak. Olayın üzerinden birkaç ay geçtikten sonra köyüne jandarma ile muayyen saatlerde baskın yapmamıza rağmen yakalayamıyoruz. Ailesine ölen damatlarının vebali oğullarının, onu bir an önce bize teslim edin, diyoruz. Onlarda “Allah belasını versin diyorlar. Buralara gelmediği gibi kendilerini aramadığını, adlarını kötüye çıkardığı için ondan nefret ettiklerini” belirtiyorlar. Tabi ki bunlar bize pek yabancı gelmiyor. Ölen çocuğa da ilk başta lanet okumuş, arkasından ölüsüne sahip çıkarak bizleri suçlamış, şikayetçi olmuşlardı.
Ölüm olayı ile ilgili şüpheli bir durum olmasa da Cumhuriyet Savcılığı  otopsi sonucunda alınan parçaları Adli Tıp’a gönderiyor. Ardından dava vekili avukatlar tarafından hakkımızda “işkence sonucu ölüme sebebiyet vermek” iddiasıyla Cumhuriyet savcılığına suç duyurusunda bulunuyorlar. Bir olumsuzluk olmadı  ama ters bir sonuç çıkarsa diye tedirgin oluyor, hop oturup hop kalkıyorum. 3-4 ay sonra gelen Adli Tıp raporunda “şahsın ciğerleri ile ilgili yetmezlik sonucu hayatını kaybettiğini başka herhangi bir durum olmadığı” açıklanınca rahatlıyorum.
Kaçan asıl zanlımız ile ilgili Mersin, Kıbrıs arası yer değiştirdiği, yer altı eğlence dünyasında fedai olarak çalıştığı, her türlü gayri meşru işlerle uğraştığı istihbarı rapor olarak geliyor. Ancak bu şahıs bizden önce güney illeri polisince değişik suçlardan aranıyor. Olaydan yaklaşık bir yıl sonra yakalanarak Mersin’de cezaevine giriyor. Bizim evrakta oradaki suçla birleştiriliyor. Asıl sanık bizlerle ve ölümüne sebebiyet verdiği eniştesinin varlığı ile yüzleşmiyor. Ama yıllar içinde dul bırakmış olduğu kız kardeşinin bedduası yerine gelmese de, yeğenleri, öz dayılarına kinlerini hiç tüketmeyecekler. Belki de olay aile büyükleri tarafından gerçekliği ile çocuklara anlatılmayarak aile içersinde bir sır olarak saklı tutulacaktır.
     Belki de; babalarının ölümünü polisten, devletten bilecek ve devlete güven duymayacaklardı. Bu yanlış yönlendirme gizli bir kan davası şeklinde, kin ve nefretle bezenerek devlete karşı yönlenecektir. Gerçekler dosyalar içerisinde tozlu raflarda, bizlerin belleklerinde kalacak asıl suçlu bedel ödemek yerine kendini inkar edecekti. 

       (O yıllarda devlet otoritesinin terör örgütü tarafından yıpratılmaya çalışıldığı yılların ortalarıydı. Örgüt karargahındaki isimler ilçeye yabancı isimler olmadığı gibi Bozova bölgesi de bu açıdan farklı bir özellik sergiliyordu!)
           
Ancak feodal toplum yapısının insana değer vermediğini yaşayarak görüyoruz. İnsana verilen değer azdan öte yok gibiydi. Buralarda iş gören hayvanlar, ekilen topraklar daha değerliydi. İnsan ise ölünce-öldürülünce değer kazanıp geride kalanlara ‘kan parası’ adıyla rant sağlayan gelir kapısı olmaya devam eder. Yas tutulacak, timsah göz yaşları dökülecek, töreler uygulanacaktı..!    

Remzi KOÇÖZ

Dip Not:
(*) Çağın Polisi Dergisi, ‘Polis Meslek Anıları’, Yayın No:1, Ankara-2004, s.228-233

13.10.19

Sezai KIDIKOĞLU


SEZAİ KIDIKOĞLU…
‘O, Karadeniz’in sert dalgaları gibi dirençlidir. Yaşam sürecinde eğilmeyi/eğrilmeyi beceremediği gibi her daim dik bir duruş sergilerken, doğru bildiği yoldan da hiç şaşmaz. Nice eli kalem tutmayan, bir dilekçe yazmaktan aciz, devletin sırtından geçinen, birilerinin korumasında/koltuğu altında sırtı sıvazlanan il, daire ya da yurtdışı gibi görevlerle kaymaklandırılanlara nazaran o hiçbir zaman adaletten, doğruluktan, haktan yana hiç mi hiç taviz vermez.’
1975 yılının Eylül ayları, yurdun değişik yörelerinde/illerinde yapılan sınavlar sonucu sıralamaya giren 110 genç Polis Koleji 28. Dönem öğrencisi olarak 1. Sınıfa başlarlar. 1/A sınıfında öğrenime başlayan 2111 numaralı Sezai KIDIKOĞLU önce sınıfının ardından da kolejin en renkli simalarından biri olur.
Ordu ilinin Ünye ilçesinin Fevzi Çakmak Mahallesinden (Teksas olarak adlandırılan) Polis Kolejine gelen 10 Eylül 1959 doğumlu Sezai KIDIKOĞLU’nun babası Ahmet KIDIKOĞLU, inşaat ustası (2009 yılında vefat eder), annesi Emine hanım ise rençber bir ev hanımıdır. Sezai (yurtdışındaki Ablası, abisi Mustafa, erkek kardeşi Senai arasında) ailenin ortanca çocuğudur. İlk ve ortaokulu Ünye’de okuduktan sonra Ankara’da Polis Koleji ailesine katılır.
Kolejde haftasonu gezisi olarak Anıtkabir’i biliyorum havasıyla Sakarya grubu ve Sezai KIDIKOĞLU’nun da bulunduğu bir grup arkadaşa mihmandarlık yapacaktım. Tabi Anıttepe tarafından girince sağdan mı soldan mı girelim derken Sezai, “kılavuzu karga olanın ……” diyerek benim mihmandarlığıma jest yapar. Dakika bir gol bir! Kıdıkoğlu’nun sözlerine bozulmakla birlikte kendisine anında cevap verememiştim. Zamanla tanıyınca arkadaşımızın pratik zekasına, hazır cevaplılığına ve de fiziksel atikliğine/çevikliğine hayran kalmıştım. Halen bu konularda eline kimse su dökemez diyorum!. (Sonradan iyi ki bulaşmamışım diyerek soğukkanlılığımı takdir ettim. Kıdıkoğlu’nun taktığı lakaplar tutmuş, diğer arkadaşlarca da tasvip görmüş ve yıllıklarda yerini almıştır. Özellikle aynı sırayı paylaştığı Ahmet EREZ ile inat konusunda yarışmaya çalışsa da Ahmet daha üstün çıkmıştır. Ünye’li bu arkadaşımızı sayfalara sığdırmak zordur, kendisiyle kolej-akademi-staj-kadro anılarımız ise anlatmakla bitmez. Bunların sadece birkaçını aşağıdaki satırlarda paylaşacağım…)

Kolej yılları
Sezai, Matematik derslerinde özellikle Cebir problemlerinde sınıfın kurtarıcısı olarak İbrahim Turgut BAYRAM hocamızın da en gözde öğrencilerinden biri olur. Spor ve jimnastiğe yatkın ve de kabına sığmayan bir yapıdaki arkadaşımız Beden derslerinde de atikliği/çevikliği ile öne çıkar. Dersler dışında bahçedeki Kombine (teneffüslerde, boş zamanlarımızda spor yaptığımız, oyun oynadığımız, söyleştiğimiz vazgeçilmez bir alan) üzerinde adeta koşarcasına hareket ederken bitmez-tükenmez enerjisiyle çoğumuzun dudaklarını uçuklatır. Judoda hangi kuşağa ulaşsa da, okul bahçesindeki minyatür futbol maçlarımızın da olmazsa olmazı idi. Büyük Önder Atatürk’ün; “Ben sporcunun zeki, çevik vede ahlaklısını severim….” sözünde olduğu gibi zeki, çevik vede sportif bir arkadaşımızdır.
Kolej 1. ve 2.sınıf derken günler çabuk geçer. 3.sınıf olarak Kolej son sınıf olunduğunda, biraz daha olgunlaşmış abi olmuştuk. Yapımız ve yaşımız gereği protest bir kişilik/birey bizi sarmalarken, Okulda uygulanan disiplin anlayışına üst sınıfların ast sınıflar üzerindeki hükümranlık geleneğine karşı bir duruş sergileriz. Özellikle Sezai  arkadaşımızın da içinde yer aldığı bir grup arkadaşımızla birlikte bizim devrelerimizin ast sınıfları ezmelerinin önüne geçmeye çalışırız. Kolej tarihinde “Kaba kuvveti” biz kaldırdık sözü belki çok iddialı olacaktır ama en azından bu konuda kararlı bir duruş sergiledik. Nöbetçi komiser (76’lı Gazi ÖZTÜRK) tarafından çağrılıp bu okuldaki geleneklere aykırı davrandığımız konusunda uyarılsak da, biz her akşam astlarımızı fiziki şiddetten kurtarabilmek için adeta kol geziyorduk.
(M. Foucault’a göre; özne, bireyden farklıdır. Özne, içinde bulunduğu toplumun disiplinci/düzenleyici politikaları tarafından ehlileştirilmiştir. Kendisini özgür bir karar veren olarak görür, ancak aslında iktidar tarafından olması istenilen kalıbın bir parçasıdır. Birey ise içinde bulunduğu iktidarı sorgulamakta ve gözetim toplumundan kurtulmanın yollarını aramaktadır. Özneleşmiş kişiler için varolan düzene uymak dışında bir alternatif yoktur.
Sosyoloji kuramlarına göre özne olmaktan birey olmaya geçişin yolu; bolca empati ve cesarete sahip olmak ve görmezden gelmemek, başka bir kimse tepki vermese bile bir tavır almak ve bir duruşa sahip olmaktan geçmektedir.)
Kolej son sınıfta, bir Cuma akşam yemeğinden sonra sınıfta Sezai ile ödev yapıp ortaklaşa sigara içerken nöbetçi komiseri Kemal Yurtsever’e yakalanırız. Bizdeki cahil cesaretinden başka bir şey değil. Arkadaşlar kenefte, inşaatta ya da diğer zula yerlerde sigara içerken biz de sınıfta içiyorduk. Ödev yaparken tüttürdüğümüz sigarayı elimizde saklayarak içsek de dumanı saklama şansımız yoktu. Sorulara cevap vermemiz esnasında çıkan dumanı açıklamanın ise hiç bir anlamı yoktu. Ardından paket nerede soruları bizlerin zorlandığı durumlardı. Paket bulunamayınca, inandırıcı olmuyor; “Enstitülü bir abiden aldık” şeklindeki ilk verdiğimiz cevap geçerli oluyorsa da hafta izinsizliği cezasından kurtuluş yoktu. Ardından hafta sonu diğer arkadaşlar dışarı çıkarken bizler okul içersinde saat başı nöbetçi amirliğindeki defteri imzalayıp zaman geçirirdik. İlk sigara cezamızı çekerken Anıttepe Lisesinin bahçesindeki merdivenlere oturup bu kez açık alanda yine Sezai ile birer sigara yaktık. Öyle sohbete dalmış, efkarlanmışız ki bu kez -nereye bakıyorsak, ne konuşuyorsak ya da neyle ilgileniyorsak yine gafil avlanmış- hafta sonu yanında eşi ile birlikte okula gelen sınıflar amirimiz Cengiz Girgin’e yakalanmıştık. Arkasından gelen katlamalı hafta izinsizliği cezası bizi yıldırmıyordu. Zaten toplum olarak yasak şeylere karşı zaafiyetimiz yüksektir. Bizler de bu toplumun bireyleri olarak vazifemizi yapmaktan kaçınmıyor, üzerine üzerine gidiyorduk.
(2005 yılı içersinde bir akşam Sezai beni telefonla arayarak “eşi ile birlikte sigarayı bıraktıklarını” açıklamasına ilk etapta inanamasam da kolejden ‘sigara kaderdaşı’ olan arkadaşımın -geçde olsa-  2004 Temmuzun da sigarayı bırakmasına çok sevindim. Ancak sonraki yıllarda ailece tekrar sigaraya başladıklarında ise üzülmedim değil!.)

Bir keresinde Sezai ile birlikte haftasonu Kanyak alıp okulda şurup şişelerine boşaltmıştık. Fırsat bulup içmeye çalıştığımız esnada sınıfa giren dinibütün bir arkadaşın elimizdeki şurup şişelerini görüp boğazının ağrıdığını, öksürdüğünü söylemesi üzerine bizde her şurubun iyi gelmeyeceğini söylesek de ısrarı üzerine vermek zorunda kaldık. O arkadaşın Kanyaktan tadıp biraz acıymış dediğini hatırlıyorum. Bizde daha sonra foyamız ortaya çıkmasın diye bu işi bırakmıştık.

            Bizler Kolej sürecinde yaz tatillerinde gezi/seyahat amaçlı arkadaşlarımıza misafir olurduk. 1977 yaz tatilinde ise Ünye’ye gidip Sezailere misafir olup ailesi/akrabaları/arkadaşları ile tanıştım. Sezai ile 1 haftaya yakın Ünye’yi gezip, Karadeniz’de yüzüp, kayalıklarda midyelerle tanışıp, kah tekne ile açılıp ağ atıp kah olta ile balık tutup, akşamları sahilde balık keyfi yapıp, bazen de arkadaşları ile kahvede oyun oynayıp vakit geçirdik. Benim için Ünye seyahati Ankara dışında ilk kez uzak bir yere gitmem nedeniyle bir ilk ve unutulmaz bir seyahat olmuştu.


Akademi/Enstitü yılları
Kolejde 3 sene A sınıfını paylaştığımız arkadaşımız ile kolej bitimindeki ilk stajımızda da Diyarbakır da birlikteliğimiz devam eder. Mardinkapı karakolunda polis mesleği ile ilgili (tutanak tutma, kroki çizme, üst arama, ifade ve dr.raporu alma, nokta ve devriye görevi gibi) farklı tecrübeler ediniriz. Staj boyunca Ofis semtindeki Kredi Yurtlar Kurumunun yurdunda kalıp, gündüzleri serinlemek için havuzları, geceleri çay bahçelerini mekan tutarken, Diyarbakır surlarını, Gazi köşkünü, pasajlarını, caddelerini arşınlayıp, düğün davetlerine çok azda olsa icap edip geleneksel yemek ve boğma rakılarından tadarız. Enstitü/Akademi’de sınıflarımız ayrılsa da arkadaşlıklar devam eder. Boykot ve sonraki stajlarımızda farklı yerlerde oluruz.
Karadeniz’e aşık olduğunu, balıkçı olduğunu, hatta yüzerken bile balık yakaladığını söylese de, 1982 Mezuniyet Albümüne/Yıllığa geçen sözleriyle “Barış sözcüğünü pek severim. Sanıyorum insanlar hep elele ve birlikte yaşarlarsa mutlu olacaklardır” istemini, umarım yaşam sürecinde uygulayabilmiştir.
Enstitü/Akademi son sınıf staj dönüşü okul başlamadan Ankara’ya erken gelip, bir grup arkadaş (Mehmet Selvi, Ayhan Acet, Tayfur Ceren, Sezai Kıdıkoğlu) ile Salon Rua’da buluşup, Maltepe de bir lokanta da yemek yanında alkol alıp son sınıfı kutlarken, Sezai bizi sollayıp, bizden biraz fazla bir-iki duble daha içer. Yemek sonrası hepbirlikte Kızılay’a kadar yürürüz. Mehmet’le Ayhan ayrılırken, Sezai ve Tayfur ile Saimekadın’a bize gideriz. Sezai gece geç saatlerde 2-3 gibi alkolün etkisiyle rahatsızlanınca Tayfur’la ikimiz yer yer sırtımıza alarak zar zor Tıp Fakültesi Acil Servisine götürüyoruz. Sezai’ye serum takılırken, bizde yanındaki sedye ve koltukta sızıyoruz. Bir ara uyandığımızda Sezai’nin yanındaki adam eks olmuş, morg hazırlıkları yapılırken biz ürperip Sezai’nin sessizliğine hepten telaşlanırız. Nabız ve kalp atışlarını gözlemlesek de, acildeki görevliler durumu teyit edince ancak rahatlıyoruz. Sezai serum takviyesi ile mışıl-mışıl uyurken biz hop oturup hop kalkıyoruz. Sezai ise kendine geldikten sonra akşamki hiçbir şeyi hatırlamıyor!.

Meslek/Kadro yılları
1982 yılında 4 yıllık Polis Enstitüsü Yüksek Öğrenimi (Polis Akademisi) bitirince Karadeniz/Kuzey çocuğu olarak Akdeniz/Güneyde Hatay ilinde 62839 sicil sayılı Komiser Yardımcısı olarak göreve başlar. Hatay ilinde 4.5 aylık görevinin ardından devremizin ilk dönem askere gidenlerinden (Ahmet TÜRKER, Ahmet EREZ gibi) biri olur. 15 Aralık 1982 tarihinde vatani görevi için Tuzla Piyade Okulunda 4 aylık eğitim sonrası Deniz Piyade Asteğmen olarak İstanbul Boğaz Komutanlığına kura çeker. O doğma-büyüme deniz çocuğudur. Tabiki denizci olacaktır. 31 Mart 1984 tarihinde terhis olur.
Askerlik sonrası 1984 Nisanında Hatay Emniyet Müdürlüğünde göreve başlaması gerekirken, o dönemde icat edilen daha doğrusu 12 Eylül darbesinin ardından meslekteki işgüzarlarca uygulanan güvenlik soruşturması gerekçesiyle gereksiz bir sıkıntı yaşatılır. Belki de ta mesleğinin başında devre arkadaşları arasında 12 Eylül’ün ilk mağdurlarından biri olur. Nereden bakarsanız bakın 2.5 ay kadar maaş almadan boşa geçen bir süreçtir. Herkesin herkese şüpheyle baktığı bir dönemde kime derdini nasıl anlatacaktır. Kimi arkadaşlar o dönemde el üstünde tutulurken, Sezai için yok yere bekletilmek psikolojik bir işkencedir. Sezai, askerlik sonrası 2.5 ay boşta bekletilmesinin ardından Sivas ilinde göreve başlatılır (18.6.1984).
Sezai o sıkıntılı günlerde 2113 Hasan KIZILAY’ın kızkardeşi Hüseyin-Şefika kızı sağlık çalışanı Emine (Şengül) Hanım ile 1985 yılında yaşamını birleştirir/evlilik yapar. Sivas ilinde 2 yıl görev yapmasının ve komiser rütbesine terfi etmesinin ardından 1986 yılı atama döneminde bu kez şark görevi çıkmış, Elâzığ iline atanmıştır. Elazığ kadrosunda komiser rütbesinde görev yaparken 06 Haziran 1987 tarihinde biricik oğlu Mustafa Adnan dünyaya gelmiş, 28 yaşında baba olmuştur. (Emine hanım Ankara’da Onkoloji Hastanesinde görev yaparken, oğulları Adnan ise makine mühendisi olup, Ankara’da özel bir şirkette çalışmakta.)
Elazığ’da 4 yıllık görev sürecinde başkomiser rütbesine terfi ederken, 1990 yazında 2. Bölge şark hizmetini tamamlayıp İstanbul iline atanmıştır. İstanbul ili Şile ilçesinde 1 yıl kadar görev sonrası bu kez 1991 yazında iç Anadolu’ya Konya iline atanır. Konya ilinde 5 yıllık görev sonrası 1996 sonbaharında Bolu iline atanır. Sezai 1999 Bolu depremini yaşar. Depremin 1 yıl sonrasında 2000 yılı sonbaharında Erzurum Polis Okuluna atanır. Yıllar sonrası Sezai ile aynı kadroda olmasa bile aynı ilde Erzurum’da yolumuz çakışırken aynı zamanda lojman komşusu oluruz. Sezai 2 yıllık Erzurum POMEM görevi esnasında 2001 yazında 2. SEM rütbesine terfi ederken 2002 yazında ise daha önce 4 yıl görev yaptığı Bolu iline emniyet müdür yardımcısı olarak atanır. Bolu ilinde 3 yıl daha görev yapmasının ardından 2005 yazında 1. sınıf emniyet müdürlüğüne terfi sonrası APK ve Strateji Dairelerinde merkez emniyet müdürü olarak istihdam edilmiştir. Sezai bu süreçte ikametini 7 yıl öğrencilik yaptığı Ankara’ya taşıyarak artık Ankara’lı olacaktır.
2006 yazında (4.7.2006) Teftiş Kurulu Başkanlığına “Polis Başmüfettişi” olarak atanır. Teftiş kuruluna atanmasının 3 ay sonrasında da (Ekim 2006) Merzifon POMEM Müdürlüğüne atanır. 2 yıl 2 ay kadar POMEM Müdürlüğü ardından 2008 yılı sonunda yeniden Teftiş Kuruluna döner. 2009-2013 yılları arası Teftiş Kurulundaki görev trafiği yoğun olmasa da soruşturma ve teftiş görevlerinde bulunur. 17-25 Aralık 2013 tarihi sonrası ise Teftiş kurulunun en çok efor sarfeden müfettişlerinden birisi olur. İstanbul iline gönderilen/görevlendirilen ve aylarca İstanbul’u mekan edinen müfettişler arasında yer alırken, 17 Temmuz 2016 darbe sonrasındaki süreçte de çok sayıda görev ve soruşturmaya imza atmıştır.
2015 ve 2017 Yüksek Değerlendirme Kurulu kararı çerçevesinde görevine devam etmesi uygun görülen arkadaşımız, 23 Temmuz 2019 tarihli gecikmeli YDK kararı ile yaş haddinden emekliliğine 47 gün kala belki de emniyet teşkilatında bir ilke imza atılırken son güne kadar izin kullanmayıp elindeki kalabalık ve karmaşık soruşturma dosyasını tamamlamak için (asli görev olarak adlandırılan günümüz il müdürlerinin, daire başkanlarının çoğunun 08.00-17.00 devlet memuru mantalitesiyle mesai yaptığı süreçte) haftasonu demeden mesai mevfumu gözetmeksizin efor sarfeden bu arkadaşımız ‘hiçbir başarı karşılıksız kalmaz’ denilerek resen emeklilik çerçevesinde emekli edilerek çok sevdiği ve 41 yıllık birfiil görev yaptığı mesleğine geçmişte pek örneğine rastlamadığımız bir şekilde kendisine gösterilen vefasızlık sonrası veda etmek zorunda kalmıştır.
Sezai kolej sıra arkadaşı Ahmet EREZ’in Abdurahman ÇELEBİ’si olacaktır. Ta ilk yıldızında iken askerlik sonrası mağdur edilirken, sonrasında da kadro kadro tam tamına 8-9 vilayet gezecek -yurtdışı görevlerden muaf- adeta Anadolu gezgini olacaktır.
O, koleje başladığı ilk günkü gibi içindeki çocuğu hep canlı tutmuş, mesleğe başladığı ilk günden itibaren haksızlıklara tahammül edemeyip sorgulamış, yanlışlıklara/ haksızlıklara karşı durmuş, bulunduğu birimlerden/görevlerden/yerlerden gönderilmek pahasına sözünü hiç esirgememiştir.
Nice eli kalem tutmayan, bir dilekçe yazmaktan aciz, devletin sırtından geçinen, birilerinin korumasında/koltuğu altında sırtı sıvazlanan il, daire yada yurtdışı gibi görevlerle kaymaklandırılanlara nazaran (Bu görevleri layığıyla/hakkaniyetle yerine getirenleri tenzih ediyorum) o hiçbir zaman adaletten, doğruluktan, haktan yana hiçmi hiç taviz vermez.  
O, Karadeniz’in sert dalgaları gibi dirençlidir. Yaşam sürecinde eğilmeyi/eğrilmeyi beceremediği gibi her daim dik bir duruş sergilerken, doğru bildiği yoldan da hiç şaşmaz. O devresinin gözbebeklerinden birisidir. Gönlümüzde her daim bir yerlerde onurlu bir yaşam/görev anlayışı ile meslek yaşamını/maratonunu kendine yakışır bir şekilde tamamlayarak emeklilik yaşamına yelken açar. 60’lık bir delikanlı olan arkadaşımıza  bundan sonraki yaşamında ailesi ile birlikte nice sağlıklı/huzurlu günler diliyorum.
Sezai, 40 yıl önce bizim için özeldi. 40 yıl sonra ise sadece biz kolej arkadaşlarının değil, birlikte görev yaptığı meslektaşlarının da gönlünde yer tutarak, emniyet teşkilatının yazılı/yazısız tarihinde kendine yer bulacaktır… 10 Eylül 2019
Remzi KOÇÖZ

12.10.19

30 Yıl Sonra (Şiir)


30 YIL SONRA…

Sanki ilk günkü gibi heyecan duyan
Sanki yılları geride bırakan
Saçını ağartan ben değilim.
Gözlerde çukurlar,
Alındaki kırışıklıklar,
Dökülen saçlar.
Zaman fiziksel olarak yıpratsa da
Ruhsal açıdan
İlk günkü gibi heyecan dorukta!
30 yıl önce girdiğim ocaktan
Hiç ayrılamamış,
İlk günkü arkadaşlıkları,
Dostlukları,
Paylaşmaları
Unutmamıştım.
Kavgalar, kin gütmeler, ayrışmalar,
Çatışmalar olmadı değil!
Küsmedik, konuşmadık değil!
Ama sonunda
Uygar davranış sergiledik.
O günlerin Türkiye’si bizleri de kasıp kavurdu.
Kimilerini öğrencilik,
Kimilerini de meslek yaşamı,
Hayatın ta kendisi aramızdan ayırdı.
Kadroda sırt sırta görev yaptık.
Bazen vefasızlıklar yaşansa da
Zor günlerde birbirimize koşmaya çalıştık.
Birbirimizi kırdığımız,
Üzdüğümüz günleri
Bugün çocuksu bulduk.
Tabi ki idealler
Ve bize verilen ruh dışında
Saygınlığını kaybedenler hariç.
Onlar bizim için
Hep meclis dışında kalacaklar.
Hiçbir mazeret bizleri kirli-karanlık,
Kanunsuz, ahlaksız işlevlere bulaşmayı,
İhanetleri hoş görmeyi haklı kılamaz.
Onun için;                                                                                                                          
bugün başımız dik gezip,
Kurtlar sofrasından geçerek
Bugünlere yara almadan gelmişsek
Bu bizler kadar,
Bizi yetiştiren ailelerimiz,
Öğretmenlerimiz ve
Bize örnek olan büyüklerimizin
Katkıları yadsınamaz.
Ve o onur;    
Bizden daha çok
Bizden sonra ki kuşağa,
Çocuklarımıza bırakacağımız
En büyük miras olacaktır...
Nisan 2005 / Ankara

Remzi KOÇÖZ

11.10.19

Sempozyumlar


SEMPOZYUMLAR…

'Sempozyumların, panellerin, toplantıların bir getirisi olmalı. Yapılan tüm çalışmalar, sarf edilen emek değer bulmalı, bir sonuç yaratmalı. Sonuç olarak; beyin fırtınası yaratıp, düşünce-tartışma ortamı sonrası bir senteze ulaşarak onu uygulamaya yansıtabilmelidir.'

Türk Polis Teşkilatı özellikle 2000’li yıllara girerken “Bilgi Çağı”nı yaşayan dünya ile entegre olma açısından son sürat yapılanmasını günün gelişen, değişen koşulları doğrultusunda çok yönlü olarak sürdürmektedir.
2003 yılında ülkemizde ilk kez düzenlenen “e-TR” ödülleri kapsamında büyük ödülü, “e-devlet” dalında Emniyet Genel Müdürlüğü “Polnet” projesi ile kazanır. Yine aynı yıl “İnterpro Bilişim Ödülü”, “Mobese” projesi ile EGM’ne verilir. Bu ödüller Emniyet Teşkilatının bilişim dünyasındaki gelmiş olduğu noktanın göstergesidir. Alınan bu ödüllerle kurum kamu yelpazesinde öne geçip, “Toplam Kalite Yönetimi” bayrağını da göndere çekerek kurumsallaşma yolunda aşama kaydetmiştir. Amaç bu yelpazeyi karargâhtan yurt çapına yayarak taşrada, sokakta da polise ivme kazandırmaktır.
EGM, ulusal ve uluslararası yelpazede ardı ardına sempozyumlar gerçekleştirir. Ankara-Sheraton otelinde 2004 yılında birincisi, 2005 yılında ikincisi yapılan “Polis Bilişim Sempozyumu”da ikişer gün sürerek; sivil toplumdan, üniversitelere, kamu kuruluşlarına, özel sektöre yayılan yelpazede büyük ilgi görür.
2004 yılında Anıttepe-Büyük Stüdyo da değişik bir sempozyum gerçekleştirilir. “Uluslararası İç Güvenlik Yönetimi Sorunları” adlı Polis Akademisince düzenlenen sempozyum da sırası ile dönemin Polis Akademisi Başkanı, Emniyet Genel Müdürü, İçişleri Bakanı konuşmalarını yapıp sempozyuma ara verilir.
Emniyet Genel Müdür Yardımcıları, Daire Başkanları, Polis Başmüfettişleri, APK Uzmanları,  yurt çapında ki polis okulu müdürleri de toplantıya katılım sağlıyor. Eğitim Daire Başkanı, Aksaray, Erzurum, Balıkesir, Aydın, Diyarbakır Polis Meslek Yüksek Okulu Müdürleri tanıdık simalar…, Daire başkan yardımcıları, şube müdürleri ve diğer katılımcılarla salon hınca hınç dolu. Oturmaya yer yok gibi..
İkinci oturum başında ilk olarak Belçika ardından Alman Polis temsilcilerini dinliyoruz. Kendi özellerinde ve Avrupa genelinde polis ve güvenlik yapılanmalarını aktarırlar.
Ardından o tarihlerde İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı, bir akademisyen gibi araştırma incelemelerini güzel bir bakış açısı ile bizlere sunar. Polis teşkilatının artıları yanında eksilerini, temel sorunlarını, objektif, bilimsel çözümleri ile ortaya koyar.
Öğleden sonraki oturumlarda ilk olarak, Jandarma Genel Komutanlığı temsilcisi kurmay albay kendi kuruluşunu ve güvenlik bakış açısını aktarır. Onun ardından o tarihlerin İstihbarat Daire Başkanı kürsüye gelerek radikal çıkışlarını sergiler.
-İç güvenlik müsteşarlığını, Jandarma teşkilatının polis teşkilatı ile entegre
olmasını, İç güvenlikte tek merkezin oluşturulmasını, geçici tedbirler yerine kalıcı modern yapılaşma ile sorunun çözülmesini öngörür. Sürekli yazı ve raporlarla ortaya konulan sorunları içeren dosyaların çekmecelerde ve arşivlerde eskitilmesini eleştirir.
Polis Akademisi öğretim üyesi ise;
-Makamlarda sıra ve sürenin uygulamaya yansımasını, vatandaş memnuniyeti
ve toplum destekli polisliğin önemini, polisin angaryalardan arınmasını ve özel güvenlik yapılanmasını, özel güvenlik teşkilatlarının eğitim yönetim açısından kaliteye ulaşarak polisin görevini rahatlatacağını, statlarda, salonlarda, hassas bölgelerde, moral tesislerde, şoförlük vb. hizmetlerde özel güvenliğe işlerin tevdi edilmesini gündeme getirir.
Ayrıca Hacettepe gibi diğer üniversitelerden sempozyuma katılan akademisyenler görüşlerini bizlerle paylaşır. Ardından dönemin Emniyet Genel Müdür Yardımcısı sempozyumu yöneten olarak katkılarını ekleyerek sonuç bildirgesini sunar.
Sonuç olarak, gün boyunca devam eden “Uluslararası İç Güvenlik Yönetimi Sorunları” sempozyumu, “Stratejik Planlama ve Yönetim” açısından aşağıdaki sorulara cevap bulmaya çalışır:
Neredeyiz?                        (Mevcut durum analizi)
Nereye gitmek istiyoruz?  (Vizyon belirleme)
Nasıl gideceğiz?                (Strateji oluşturma)
Başarımızı nasıl ölçeriz?  (Performans ölçümü ve yönetimi)

Genel olarak sempozyum, panel, konferans, toplantı ve seminerlerin açılış oturumları kalabalık olup sonrası salon boşalıyor. Neden mi? Açılışta görüntü var, sonrasında ise işin özü insanlara sıkıcı gelebilir. Belki de işlerimizin çok yoğunluğu ağır basar! Bakan, genel müdür, özel konuklar, basın ayrılınca, biz bize anlatıp, dinliyor, alkışlıyoruz. Konuşmacılar ders anlatır gibi ilgililerden öte boş salona mesleki, bilimsel çalışmalarını sunarlar.
Buradan bilime, araştırmaya, tartışmaya, eleştiriye ne kadar önem verdiğimiz, önemsediğimiz noktasına varabiliriz. Teşkilatın genel sorunlarını dile getirmeye çalışan sunucuların çalışmaları teşkilatın özelinde, salonda kalıyor. Genele yayılamıyor. Üniversiteler, sivil toplum örgütleri, basın, siyasiler konuya çekilemiyor. Bundan ötesi yapılan çalışmalar arşivlerde çekmecelerde, dosyalarda, dergi, kitap sayfalarında eskitiliyor. (2004)

            Remzi KOÇÖZ

10.10.19

İğne ve Çuvaldız


“İĞNE ve ÇUVALDIZ”

‘Denetim mekanizmasında daha rasyonel bir işlerliğin sağlanması için iç denetim yanında dış denetimin de gerçekleştirilmesi yadsınamaz. Aslolan kamuoyu/hizmet verilen toplum tarafından denetime tabi tutulmaktır. Yapılan hizmetin memnuniyet ya da memnuniyetsizlik olarak geriye dönüşümünün sağlanması sonucu gerçek denetim gerçekleşmiş olacaktır.’

Bugüne kadar “yen kırılır içinde kalır” sözünden hareketle teşkilatın olumsuz olarak görünen yönlerini pas geçmiş ya da kısır döngüler şekline dönüştürmek istememiştim. Genel olarak teşkilatın teknolojik açıdan, nitelik ve nicelik açılardan gelişmesi yanında ulusal sınırları aşarak uluslararası arenada da güvenlik hizmeti ifa etmemizi gururla anmıştım. Sonrasında özlük hakları, özerk yapı gibi hayallere dalmıştım. “Ağaçtan düşmeyen acının ne olduğunu bilemez” sözünü pratikten bilsekte hep pozitif, olumlu duygu ve düşüncelerle meslektaşlarımıza karamsarlık yerine umut motivasyonunu ön planda tutmaya çalıştım.
Gel gör ki işin gerçeği hiç öyle değil, öylede görünmüyordu! Biz pollyannacılık/mutluluk oyunu oynarken kimileri kral çıplak diyordu. Sokak artık bizi sorguluyordu. Son yıllarda hoşnutsuzluk ve huzursuzluk ön plana çıkmış, güvensizlik pompalanıyordu. Kiminle konuşsak –tanıdık tanımadık, eş, dost, akraba, aile meclisi dahil- karamsar bir tablo çiziyorlardı. Kimi gelişmeleri fırsat bilerek polisin artık sokaktan silindiğini, suçluların cirit attığını söylerken, kimileride; yasaların otoriteyi zayıf düşürüp adeta suçları teşvik ettiğini vs. dile getiriyor.
Bir yandan Küreselleşme adı altında ulusların değerleri değersizleştirilirken diğer yandan AB şemsiyesi altına girmek için yapmamız gereken ev ödevlerini abartmış olmamızdan kaynaklanıyor. Kraldan çok kralcı olmak gibi.. Avrupa standartlarına ulaşalım derken reform çalışmalarımızda onları bile solladık. Örnek mi? İdari/önleme arama ile ilgili 2001 yılında Anayasa da yapılan değişiklik…
İdari arama adı altında güvenlik güçlerini iyice zafiyete soktuk. TV kameralarına ilginç görüntüler sunduk. İnisiyatif kullanamayan, eli kolu bağlı, aciz bir güvenlik örgütü görünümünde, yasaların bize tanıdığı yetkileri kullanamaz duruma geldik.
Sorunlar iller tarafından genel müdürlüğe iletilse de -uygulamadaki sorunları çözümlemek amacıyla- yönetmeliklerde yapılan değişiklikler yetersiz kaldı. Uygulamada kaos yaşanırken ek kanun maddeleri şeklindeki yeni düzenlemeler zamana kalıyordu. Bazen Yargı-İdare çatışması/üstünlüğü ön plana çıkartılarak sorunlar daha da sarmal hale geldi. Adli kolluk sistemi yasal olarak oluşmasa da fiiliyatta uygulanıyordu. Kolluk, PVSK’da yapılan 5 maddelik son değişimle biraz rahatlamaya çalışsa da genel olarak sıkıntılar devam ediyordu. Önleme yakalaması gibi en elzem konuda yetki veren yasa değişikliği gerçekleştirilememişti!

Gelelim sokağın yansımalarına;
Evinin önünden çalınan arabasını pencereden gören insan mahalli karakolu telefonla arayarak durumu anlatıp “yol tek yönlü olup karakolun önünden geçiyor, ekip ya da görevliniz hemen yolu keserse araç ve sanıklar yakalanabilir, bende hemen geliyorum.” Telefona çıkan polis memuru ne cevap verse beğenirsiniz:
- Savcılığa dilekçe vermeniz lazım!

Yaşlı iki kadın  “rahatsız edildiklerini” beyanla devriye gezen polise:
“şu iki genç bizim peşimizde, uzun süredir takip ediyor, çantamızı almak için, kap kaç için takipte olabilir, durumları davranışları şüphe arz ediyor.”
Hanımefendi,  -Karakola gidip şikayette bulunun!
Karakolun o çevrede olduğunu sanan bayanların polis kulübesi aranmaları üzerine biraz önceki memur bu kez, mıntıka karakolunu tarif eder. Bayanlar ilgisizliğe öfkelenerek, bu kez: “siz polis değilmisiniz?” diye sorunca bizim polisimizden şu şekilde cevap alırlar: “biz çevik kuvvetiz, biz bu işlere bakmayız!”
Bu cevap üzerine Bayanlar afallayarak ne yapacaklarını şaşırırlar. Zaten şüpheli konumundaki şahıslar çoktan yeni bir av bulmak için karşı caddeye geçerek gözden kaybolmuşlardır.
Bunun gibi örnekler -geçiş sürecinin sancıları olarak- eksiğiyle/fazlasıyla say say bitmez…

Kendimden bir örnekle devam edeyim. 19 Mayıs 2005 tarihinde evimiz soyuluyor. Çalınanlar arasında tabanca da olunca tabiî ki soruşturma şahsıma da yöneliyor. Olayın üzerinden iki hafta geçmesine rağmen çalınan tabancanın illere bildirilmemiş olmasını tespit ederek müdür yardımcısı arkadaşa iletmem üzerine ilgili karakol amiri tarafından aranarak ve de özür dilenerek gereğini yaptıklarının teyidini almıştım. Gecikmeler/unutmalar olabilir diyerek çok fazlada üzerinde durmadım. Gel gör ki 2,5 yıl sonra il teftişinde GBT işlemlerini denetlerken kendimle ilgili tabancanın akıbetini sorduğumda hayrete düşmedim değil! Tabanca çalıntı/kayıplar listesinde görünmüyordu! Ondan sonrasını ilgili memur, tabancanın çalındığı il’e/büroya ulaşarak 02.11.2007 tarihinde tabancanın GBT kayıtlarına girmesini sağladı. Bu kez ne beni arayan, nede özür dileyen oldu. Her halde arkadaşlarımızın işleri çok yoğun. Bu tür angaryalara ayıracak vakitleri pek yok. Ne diyelim, bugün bana yarın sana!  

2007 yılı içerisinde, inceleme-araştırma amaçlı çalışma gurubu olarak yurdun belirli illerinde yapmış olduğumuz toplantılarda, mülakatlarda kadronun, uygulamacıların farklı algılamalarla (Adliye-İdare-Polis) görev yapmaya çalıştıklarını gözlemledik.
Yasaların uygulanmasında standartların oluşmayıp geçiş sürecinin yaşandığı ve bunun doğal olduğunu seslendirdik. Farklılıklar, olumsuzluklar yaşanmadan, içtihatlar oluşmadan genel kanaat belirlemek hukuk açısından eksiklik addedilecektir.
Aslolan toplum desteğidir. Polisin yıllarca halkla ilişkiler olarak belirli gün ve haftalarda toplumun farklı kesimleriyle düzenlediği toplantılar, mülakatlar, anketler, konferanslar, panelller, sempozyumlar, anketler, ikili ilişkiler, hizmetler, geriye dönüşümler; kamuoyu tarafından yapılan değerlendirilmesi, bakış açısının yansıması olacaktır.
Polis hizmet vermiş olduğu ilde, ilçede, bölgede -kendisine vicdanlarda verilen/verilecek notu önemseyerek- eksikliklerini, aksaklıklarını düzeltme yoluna gidip kamuoyu desteğini daha da artırmalıdır.  Önemli olan hatalardan ders çıkararak yeni hatalara meydan vermemektir. 28. 03. 2008
           
            Remzi KOÇÖZ
           



Eğitim Yapılanması


EĞİTİM YAPILANMASI

‘Aile-Okul-Çevre üçgeni eğitimin bütünlüğünü içeren bir olgudur. Bireyin eğitimi, aileden başlayarak anne-babanın bakış tarzı ile belirlenir, okullarda verilen öğretimle şekillenir, toplum içinde yaşanan ilişkilerle anlam kazanır/pekişir.’
Çağın gereği akıl ve bilimi öne çıkaran, dogmalardan/tabulardan sıyrılmış, sorgulayan, düşünen, karar veren ve de inisiyatif kullanabilen bakış açısı yanında; Eğitim, istendik yönde davranış yaratma süreci olarak açıklanır. Okulların bitmesi, diplomaların alınması fiili olarak eğitime son verse de eğitimin yaşam boyu sürdüğü/süreceği bir gerçektir. Özellikle günümüz dünyasında kimine göre küreselleşme, kimine göre post modern çağda kimine göre de iletişim/bilişim çağında eğitimin kaçınılmazlığı olmazsa olmazlar olarak gündemimizi işgal edecektir.
Cumhuriyetin kuruluşunda okuryazar olmak sonrasında da ilkokul mezunu olmak toplum ve insanlar için büyük bir aşamaydı.
Nesil geliştikçe ortaokul, lise mezunu olmak ayrıcalık olmuştur. Üniversite ise çok az insanın hedeflediği bir öğrenimdi. Öncelikle elit insanların öncülük yaptığı, diğer kesimlerdeki başarılı öğrencilerin ise devlet burslarıyla teşvik edildiği bir alandı.
Bu süreç devlet memurluğuna alınmada, terfide, yükselmede basamak oldu. Günümüzde üniversite bitirmenin iş/meslek güvencesi olmasa da yükseköğrenim artık hedef haline gelmiştir.
Polis Teşkilatı da Türkiye’nin geçirmiş olduğu süreci bünyesinde uygulayarak kademe kademe eğitim çıtasını yükseltmiştir. Günümüzde iki yıllık PMYO’dan mezun olanların yanı sıra 4 yıllık yüksekokul mezunlarının da tercih edildiği bir aşamaya ulaşılmıştır. Diğer yandan polis koleji ve akademisi ile yöneticilerin yetiştirildiği, bu okulların ardından mastır, doktora gibi lisansüstü eğitimlere de yoğun talep olduğu gözlenmektedir.
Cumhuriyetin kuruluşu ile polis eğitimine de büyük önem verildiği, cumhuriyet öncesi kurulmuş olan İstanbul polis okulu dışında 1923’te Konya’da, 1926’da ise Trabzon’da polis okulu açıldığı, İstanbul Polis Okulu dışında ekonomik gerekçelerle bu okulların 1931 yılında kapandığı, 1930’lu yıllarda Avrupa’dan uzman getirilmesi yanında Türk polislerinin de eğitim amacıyla Avrupa’ya gönderildiği bilinmektedir.
Atatürk, iç güvenlik açısından kurumsallaşma amacıyla Ankara’da bir polis lisesi ve yüksekokulunun kurulmasını öngörmüş; 4.6.1937 tarihli 3201 sayılı ‘Emniyet Teşkilatı Kanunu’nun 18. maddesine dayanılarak, 6.11.1937 tarihinde Polis Enstitüsü ve 1938 yılında da Polis Koleji eğitim-öğretime açılmıştır.
1937 yılında kurulan Polis Enstitüsü’nde öğretim süresi 1940 yılında iki yıla, 1962 yılında üç yıla, 1980 yılından itibaren 4 yıla çıkarılmıştır. İlk 4 yıllık mezunlarını 1982 yılında mezun ettikten sonra 1984 yılında Polis Akademisi olarak isim değişiminin ardından, 2001 yılında çıkarılan Polis Yüksek Öğretim Kanunu ile Güvenlik Bilimleri Fakültesi, Güvenlik Bilimleri Enstitüsü ve PMYO’ndan oluşan bir Üniversite haline dönüşmüştür.  Bilimsel özerkliğe sahip yeni yapılanmanın amacı; Teşkilatın amir ve üst düzey yönetici ihtiyacını karşılamak, ön lisans, lisans ve lisansüstü eğitim-öğretim vermek, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık yapmaktır.
Bilgi çağının gerektirdiği yenilikleri personelimize kazandırmak, halka daha iyi hizmet vermek, bilgi ve hizmet kabiliyetini artırmak amacıyla, yeni teknik ve yöntemleri öğrenme ve zamanında uygulanması için personele yönelik değişik platformlarda konferans, seminer, panel gibi eğitim faaliyetleri yaygınlaştırılırken, diğer yandan da teşkilat içerisinde hizmet içi eğitimler, branş kursları, değerlendirme toplantıları belirli periyotlarla sürdürülmektedir.
Teşkilatımızın eğitim ve bilime verdiği önemin bir göstergesi olarak polis-halk işbirliği ve diğer kuruluşlarla birlikte gerçekleştirilen panel, sempozyum, konferans vb. etkinlikler, süreli ve süresiz yayınlar, bilimsel ve kültürel eserler günden güne artış göstermektedir.

(Bugün Türk Polisi uluslararası arenada öne çıkarak Balkanlar, Orta-doğu, Kafkaslar ve Orta-Asya’daki dost ve kardeş ülkelerin polislerini eğitmekten onur duymaktadır.)

Eğitim yapılanması bu süreci yaşarken Emniyet Teşkilatına orta ve üst düzey amir yetiştiren Polis Akademisine kaynak sağlamak amacıyla Polis Koleji, 1938 yılında Ankara’da açılmış, ilk mezunlarını 1941 yılında verdikten sonra 1950 yılında kapanarak, 8 yıl aradan sonra 1958 yılında yeniden öğretime başlamıştır. Ankara dışında 1985 yılında Afyon, İstanbul ve İzmir illerinde de kolejler açılmış, 1988 yılında Afyon Koleji kapatılarak Adana ve Kayseri illerinde kolejler açılmış, 1992 yılında Adana, Kayseri ve İzmir, 1994 yılında ise İstanbul Polis Koleji kapatılmıştır. Polis Koleji olarak Ankara geleneksel öğrenimine yine tek başına devam ederken 2004 yılında bu kez Bursa Polis Koleji açılmıştır. (2002 yılında yapılan değişiklikle koleje bayan öğrenci alınarak karma eğitim başlanmıştır. Türk kadınının polis teşkilatına alınması da 1932 yılındaki kanun değişikliği sonucu gerçekleşmiştir.)

Polis memuru olarak görev alacakların eğitilerek mesleğe hazırlandıkları Polis Okulları; 1, 3, 6, 9 aylık kursiyerlik dönemlerini geride bırakarak 2001 yılında yapılan değişiklikle 2 yıllık meslek yüksek okuluna dönüşmüştür. Geçmişteki polis okulu olarak yurdun değişik bölge ve illerinde hizmet veren yerlerin (21)’i PMYO’na, (6)’sı da PEM’e dönüştürülürken, 4 yıllık fakülte mezunlarının 6 aylık dönemlerle eğitileceği (9) POMEM (Polis Meslek Eğitim Merkezleri) faaliyete geçirilmiştir. PMYO’lar Polis Akademisi, PEM ve POMEM’ler ise Eğitim Daire Başkanlığı bünyesinde faaliyet göstermektedir.
[Bu okulların dışında 2000 yılında Birleşmiş Milletlerin öncülüğünde Ankara’da Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı’na bağlı olarak “Uyuşturucu ve Organize Suçlara Karşı Uluslararası İşbirliği” amacıyla uluslararası nitelikte bir kurum olan “Türkiye Uluslararası Uyuşturucu ve Organize Suçlarla Mücadele Akademisi”(TADOC-Turkısh Internatıonal Academy Agaınst Drugs and Organızed Crıme) kurulmuştur.]

Bir yandan 2001 yılında Polis Akademisi şemsiyesi altında toparlanarak yüksek öğrenim yapılanması kurumsal yapıya kavuşturulurken yer ve sayı olarak dağınıklıktan kurtulanılamamıştır. PMYO’nın belirli bölge ve merkezler dışında eğitim faaliyetleri nitelik açıdan verimli olmamaktadır. Bursa Polis Koleji’nin de kapatılması bu çerçevede değerlendirilebilinir. Okul sayılarının azaltılarak metropol illerdeki okulların kapasitelerinin teknik, donanım, yerleşim, eğitici/akademisyen ve diğer -eğitim açısından gerekli- yönlerden geliştirilmesi daha yararlı olacaktır. Okullardan mezun edilen daha nitelikli personel yanında eğitim amacına ulaşmış, çıta yükselmiş olacaktır.

Sonuçta, Emniyet teşkilatı açısından nicel yönden öte nitel yönlerden -öncelikle eğitimde- yakalanabilecek gelişmeler 21.yy. çerçevesinde yeni bir aşama olacaktır. 10.03.2008

     

Remzi KOÇÖZ





9.10.19

164. Yıl (2009)

GÜNÜMÜZ POLİSİ 

(164.Yıl - 2009)

 “Başın eğik durursan kendini görürsün, dik durursan evreni görürsün.” (Atasözü) 

2000’li yıllara doğru Türk Polis Teşkilatı personel, araç, gereç, teknik ve bilgi donanımı açısından 21. yüzyıla hazır bir yapılanma sürecine girmiştir. Özellikle ‘Bilgi Çağı’nı yaşayan Dünya ile entegre olma açısından son sürat yapılanmasını günün gelişen, değişen koşulları doğrultusunda çok yönlü olarak sürdürmektedir. Bu sürat birlikte görev yapmış olduğu Mülki-Adli-Askeri Kurumlar başta olmak üzere diğer kuruluşlarla kıyaslanınca küçümsenmeyecek bir mesafe kat edilerek AB Normlarında bir yapılanma, Uluslararası arenadaki emsalleriyle yarışacak bilgi-deneyim ve teknik olgunluğa ulaşmıştır.

Türk Polis Teşkilatı Yurtiçinde olduğu gibi Uluslararası alanda da Birleşmiş Milletler çatısı altında Bosna-Kosova-Makedonya gibi sorunlu Balkan ülkeleri yanında, Afrika, Uzakdoğu Asya gibi Dünyanın farklı kıtalarında, farklı bölgelerinde görev üstlenerek başarı ile yoluna devam etmektedir.

Kriminal Polis Laboratuarlarımız, Dünyaca uygulanan son tekniği kullanarak. Başarılara imza atmış, yapmış olduğu çalışmalar uluslararası arenada güven uyandırmıştır. Olay Yeri İnceleme Şubelerinin Teknik Bürodan görevi devralarak son sürat olayları aydınlatmak için yapılanmış ve de olayların çözümlenmesi aşamasında Tekniği öne çıkarmış ve de sonuçlara da ulaşmaya başlamıştır. Bu aşama Polis Teşkilatımız üzerinde Usta-Çırak yapılanmasına ilave olarak, Bilim-Teknik Akıl ve Mantığı öne çıkarıp, uygulamaya koyarak hayata geçirmiştir.
“Suçludan delile ulaşma yerine, delilden suçluya ulaşma” prensibi Adaletin gerçekleştirilmesi yolunda çağdaş ulusların yıllar önce hem fikir oldukları prensibi hayata geçiriyoruz...

Bilgisayar ve Pol-Net ağı kullanımı maksimum seviyeye ulaşarak Bilişim dünyasında, İleri ülkeleri gıpta ettirecek bir noktaya gelinmiş, e-Devlet‘e giden yolda e-polis olarak diğer kurumların önünde yer tutmaktayız.

Önleyici hizmetler yapılanması olarak karşımıza çıkan uygulama sokağa hakim olmayı amaçlamıştır. Olaylara anında müdahale edecek, Önleyici Hizmetlerin yapılandırılması suçları oluşmadan, suç işleyecekleri caydırma açısından önem kazanacaktır. Artık çağdaş polis suç olduktan sonra Adaletin yerine getirilmesini sağlamak yerine suçun oluşmasını engellemek için, önleyici hizmet ağını yaygınlaştırmaya, bu konuda mesafe kat etmeye başlamıştır.

Diğer yandan gençliğin Uyuşturucu, Terör vb. kötü alışkanlıklardan korunması faaliyetleri kapsamında çalışmalar ciddi bir şekilde yürütülerek, mücadele kesintisiz sürdürülmektedir.  Polisimiz, Çocuk Polisi ile sorunlu çocukların toplum dışına itilmesini önleyerek geleceğin potansiyel suçlularının önüne geçmeye çalışmaktadır. Buda Önleyici Hizmetlerin çok uzun vadeli bir yatırımıdır. Özürlü vatandaşlarımız üzerinde 2559 sayılı Polis Vazife Salahiyet Kanununun 1. Maddesindeki Polisin tanımının içerisindeki “Alil ve acizlere yardım eder” cümlesi yardım görevinin hayata geçirilmesidir. Buda Polisimizin suç ve suçlularla mücadelesi yanında insana hizmet parolası ile yeni bir güvenlik politikası-Stratejisi yaratmasıdır..

Özel Harekat Birimlerimiz Operasyonel gelişmişlik açısından şehiriçi ve kırsal olmak üzere her türlü koşullarda görev başarısını kanıtlamış, teşkilatın gurur kaynağı olmuştur. Polisimiz Havacılık, Denizcilik alanında da aşamalar kaydederek hava filosu ve deniz filosu oluşturarak; pilot, balık adamı, dalgıç şeklinde yardım ve kurtarma ekipleri yetiştirmektedir.

Bilgi çağının gerektirdiği yenilikleri personelimize kazandırmak, halka daha iyi hizmet vermek, bilgi ve hizmet kabiliyetini artırmak amacıyla, yeni teknik ve yöntemleri öğrenme ve zamanında uygulanması için personele yönelik değişik platformlarda Konferans, seminer, Panel gibi eğitim faaliyetleri yaygınlaştırılırken, diğer yandan da Teşkilat içerisinde hizmet içi eğitimler, branş kursları, değerlendirme toplantıları belirli periyotlarla sürdürülmektedir.

‘Toplum Destekli Polis’ uygulaması günden güne güçlenip, “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” anlayışını değersiz kılarak, huzur ve güvenlik toplumla birlikte yakalanacaktır. Dolayısıyla halkla ilişkiler daha da önem arz edecektir. Varlığımızın temel eksenini Toplum ve onun bir parçası olan insan unsuru oluşturmaktadır. İnsan unsuru ekseninde, Tüm toplumun huzur ve güvenliğini sağlamak temel görevimiz olup, bu görevi ifa edenlerin de halkın desteğine ihtiyaç duyduğu ve duyacağı bir gerçektir. Günümüzde de halkın destek ve güveni en temel unsur haline gelmiştir.

Polis-Halk ilişkilerinde, Polise standart bir davranış modelinin kazandırılması başarı için esastır. Buda; Kıyafeti düzgün, Güven veren, İletişim becerisi olan, Saygılı, Güler yüzlü, Hoşgörülü, Eşit davranan, Yardım sever, Uyumlu, İşine bağlı, Eğitimli, Mevzuata hakim vede yıldızımızdaki bizi biz yapan değerlerimiz doğrultusunda Polis yetiştirmekle gerçekleştirilebilir. Ayni zamanda bu değerler Polis mesleğinin Etik değerlerini de oluşturmaktadır. Bu amaçla; gerek hizmet öncesi ve gerekse hizmet içi eğitimlerde Teşkilat mensuplarımızın en iyi bir şekilde yetiştirilmesine çaba sarf edilmektedir.

Türk halkının Emniyet Teşkilatına olan güveni, inancı devam ettiği sürece; teşkilatımız daha iyiye, güzele ve yeniliklere imza atmaya devam edecektir. Polis, kaliteli hizmet ürettiği, tutarlı davranış sergilediği sürece halkın gözünde büyüyecek, sevgi ve güven tazeleyecek; saygınlığı yükselecektir.
Teşkilatımız bugüne kadar olduğu gibi bundan sonrada; bireylerden öte toplumun genelini memnun etme adına, hizmet sektörü olarak kendine düşen görevleri bugünlerde olduğu gibi yarınlarda da azim, sabır ve kararlılıkla sürdürecektir.

Genel durum ve hizmetler açısından teşkilatımız gerçekten zor olan bu görevine rağmen etkin, verimli ve sorumlu bir çalışma ortaya koymak zorunluluğundadır. Çalışma koşulları paralelinde ekonomik ve özlük hakların iyileştirilmesi de en büyük beklentisidir.

İşte Emniyet Teşkilatının gelmiş olduğu nokta da ulaşmış olduğu sürecin panoraması...

Türk Polisi yakalamış olduğu çizgiyi, “Atatürk ve Cumhuriyet” ilkeleri rotasından sapmadan kazanımlarını daha da ileriye taşıyarak, kurumsal statüsünü de müsteşarlık düzeyine/özerk bir yapıya ulaştırmalıdır. 10/Nisan/2009  

         Remzi KOÇÖZ