8.10.19

Taşradan Merkeze


TAŞRADAN MERKEZE YANSIYAN İZDÜŞÜMLER

(Kadrodan Genel Müdürlüğe)


‘Haksızlığa uğramayan ve acı çekmeyen; haksızlığın ve acının ne olduğunu yaşamayan, başkalarının yaşadığı sıkıntıları, zorlukları bilemez. Empatik davranış sergilemesi düşünülemez.
Her kademedeki yöneticilerin keyfi davranışları, çözebilecekleri sorunları dava sürecine yönlendirmeleri, hak, adalet ve güven duygusunu köreltmektedir.
Dava açmak bir haktır. Dava hakkını kullandırmamak ya da kazanımları uygulamamak için kurulan tuzaklar en büyük haksızlıktır. Sübjektif bakış açıları en sonunda hukuk duvarına toslayarak o olumsuzluğu yaratanların basiretsizliklerini-becerisizliklerini ortaya koyacaktır.’
           
1975 yılında bundan tam tamına 30 yıl önce(*) Polis Koleji ile başlayan süreç 7 yıl kolej-akademi öğrenciliği sonrası 21 yıl aktif kadro yaşamı sonrası -Ankara’da Genel Müdürlükte Karargahta bir göreve- Hukuk Müşavirliğine ‘Hukuk Müşaviri’ olarak atanarak; genelin tabiriyle onca yıl 6 il, 6 ilçe sonrası ‘kadro tozunu’ yuttuktan sonra idari bir göreve, kurtlar sofrasından, gözden ırak bir birime gelmiştim.
            Bizler için yabancı olan bir ‘Genel Müdürlük’ yıllar sonra yeni çalışma alanımızdı. Öncelikle alışmak zor oldu. Farklı bir görev anlayışı, farklı bir bakış açısı. Hem genel müdürlüğün akışı, hem de dairenin işleri…
Öncelikle -araba, şoför, telsiz, halkla ilişkiler gibi- yüklerden kurtulup, artık sade bir vatandaş olmuştuk. Toplu taşım, sıraya/kuyruğa girmek gibi davranışlar -alışkan olmadığımız- yıllar öncesinde kalan şeylerdi! Bir yerde hem büyük şehrin akışına hem de birey olarak vatandaşlık kulvarına geçmiştik.
Kişilik olarak zaten vatandaş olmaya adaydık. Neydi vatandaş olmanın kriterleri: kimseye bağlı ya da bağımlı olmadan yaşamını idame etmek, kendi işini kendin görmek.
Görev yaşantımızın başlangıcından itibaren kişi ve çevrelerle, farklı ilişkiler yaşadık. Bunlar o günlerle bütünlük arz etse de sonrasında normal yaşama ayak uydurmak hiç de zor olmaz. İzinlerde, tatillerde kimsenin sizi tanımadığı, denetlemediği, gözetmediği, dar alana hapsetmediği bir çevrede, sade bir yaşam arzulanır.
(İşte bunların büyük bir bölümünü yeni görev yaşamında Ankara’da yaşıyor; sade bir insan, vatandaş olmanın özgürlüğünü tadıyordum.)
            Nasıl söylersek söyleyelim, birey olarak nasıl algılar nasıl davranırsak davranalım; yaşadığınız toplum, çalıştığınız kurum ister istemez sizi ‘belirli bir kalıba’ sokar. O kalıbı kırmaya çalıştığınızda kendinizle baş başa kalıp garipsenirsiniz. Genele uyduğunuzda bir sorun çıkmaz, hatta itibar görürsünüz; uymadığınızda ise nelerle karşılaşabileceğinizi tahmin etmeniz zor!
            Bu işlerin böyle olması gerektiğini bilsen (de) durumunu garipsesen (de) hep ideal olandan yana davranış sergilemek, duyarlı olmak bir yerde sizi kendinizle çatıştırır. Bir taraftan başkasının haklarına tecavüz mü ediyoruz? Sorgulaması! Zamanı iyi kullanamamanız bu kez hizmet etmiş olduğunuz kurum personeli ve de vatandaşa olumsuz yönde yansır. Bunun sonucu, iki arada bir derede kalmaktansa işinizi çözümleyip, sorunlarınızı aşıp sonrasında sizden hizmet bekleyenlerin sorunlarını çözmeye çalışmak, en doğrusu.
            Belirli bir süre sonra hastane, banka vb. yerlerde işleriniz pratik olarak yürür. İsteseniz de -görev nedeniyle- bunlarla uğraşmaya zaman ayıramazsınız. Aslolan bunların alışkanlık haline gelerek yaşam biçimine dönüşmemesi.
(Gerçi günümüzde teknoloji bu işleri otomatik ödeme talimatı, internetten havale şeklinde kolaylaştırdı.)
Uzun yıllar makamlarda/mevkilerde bulunduktan sonra merkeze alınanların bazıları şok yaşar, acze düşer ya da tabir yerindeyse attan düşmüş gibi olur. Bunu öngördükleri içinde -bulunmuş oldukları zırhın daha uzun süreli kalması için- her türlü etik dışı ilişkileri denemekte sakınca görmezler. Görev hastalığı görüntüsünde makam/koltuk hastalığı depreşir. Hayatın içersine dönmek sade bir vatandaş olmak belirli bir dönemden sonra ona/onlara çok zor gelir.
Verilirken lütuf/takdir olan görev alınırken ceza olarak algılanır. Verilme gibi alınmada da kurallar net olmayınca sübjektiflik/keyfilik ağır basar. Ardından -mağduriyet gerekçesiyle- hemen idari yargıda hak aranacaktır. Neden? Çünkü her rütbeyi süreye bağlayan mevzuat en üst rütbeyi ve bu rütbede ifa edilecek görevleri-makamları süreye bağlamamış. Böyle olunca dava yoluyla git-gellerle teşkilatın kendine olan güveni, saygısı yara alır. Teşkilat yıpranır, zarar görür ve saygınlığı da zedelenir.
(Bu satırları yazarken adalet, hak duygusu ve onurunu her türlü makamın üzerinde tutan büyük-küçük tüm meslektaşlarımı tenzih ederim.)
1.sınıf emniyet müdürlüğü içersinde istihdam edilecek görevlerin-makamların sürelerinin belirlenmesi hem atanan kişi için hem de kurum için güvence olacak, kurumsallaşma yolunda dinamizm yaratacaktır.
            Meslek yaşamındaki rekabet, çıkarsal dostluklar, mevki-makam saygınlığı, sürekli aranan kişi olmak, yapay ilişkiler… Tüm bunlar geride kalacak kendinizi gerçeklerle yüz yüze bulacak, kendinizi daha yakından tanımaya çalışacaksınız. Ve buradan kimin dost olduğunu daha rahat göreceksiniz. Nihayet, kral çıplaktır. Hani o söz var ya onu sıkça söyleyeceksiniz: ‘kim olduğun önemli değil, arkanızda kimin olduğu önemlidir’ başkent Ankara’da!..
    Sevgi-saygı-samimiyet, paylaşma-dayanışma-yardımlaşma olarak adlandırılan toplumsal değerlerin törpülendiği; bencillik yanında diplomasi ve politik olmanın ön plana geçtiği bir arena bizi beklemektedir. Yıllarca kadroda alışılan sıcak yüz burada soğumuş, belki de bize öyle görünmüştü. Yeni görevde ilk yaşadığımız ve sürekli psikoz haline gelen olgu ise; ‘terfi konusu’ idi. Bizden önceki ağabeylerimizin terfi mağduriyetleri odak noktası olunca bizlerde ister istemez karamsar bir havaya bürünüp, buruklaşırdık. Ve yine bu süreç sonrası 1. sınıfa terfi etmemize bile tam tamına sevinememiştik. Bu süreç bizim devrelerin ve bizden sonraki kardeşlerimizin benzer terfi mağduriyetleri sonrası hukuk mücadelesi şeklinde süregelmiştir. Bu dairede yıllar öncesi ayni sıraları paylaştığımız bizden önce ve sonraki devrelerle bir araya gelerek yaşam deneyimlerimizi paylaşarak, birbirimizi daha yakından tanıma fırsatı bulduk.
Birlikte çalıştığımız, bizden öncesinde ve sonrasında bu teşkilata emeği geçen, teşkilatın sorunlarına çare olmak amacıyla efor sarf eden/edecek en küçüğünden en büyüğüne, tüm meslektaşlarıma en içten saygı ve sevgilerimle; başarı ve esenlikler diliyorum. (2005)

           Remzi KOÇÖZ
                                                                                             



(*) Bu yazı 1. sınıfa terfi sürecinde 30 Haziran 2005 tarihinde kaleme alınmıştır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.