CEZAEVİNDE ÖLEN ADAM (*)
‘En büyük yargı
Vicdan, en büyük yargıçsa insanın kendisidir. Ceza yada mahkumiyet yerini bulacak, bazen kendi yaşamına son
vermek kadar ağır bir kararla karşılaşılacaktır. İster muhasebe, ister
muhakeme, ister mahkeme, ister hesaplaşma, ister infaz olarak adlandıralım. Ne
tanık, ne avukat, ne mahkeme, ne ara karar, ne dosyalar, ne keşif, ne
bilirkişi, nede yargıç gerekecektir. Her şey kapanacak, Adalet kendi dünyasında gerçekleşmiş
olacaktır. O zaman; en büyük, en doğru adalet insanın kendini vicdanında yargılaması ile
gerçekleşmiş olacaktır.’
bilirkişi, nede yargıç gerekecektir. Her şey kapanacak, Adalet kendi dünyasında gerçekleşmiş
olacaktır. O zaman; en büyük, en doğru adalet insanın kendini vicdanında yargılaması ile
gerçekleşmiş olacaktır.’
1987-89 yılları arası ilk şark görevimi Şanlıurfa’nın Bozova ilçesinde yapıyorum. Bozova Urfa’nın 35 km. kuzeyinde, Atatürk Barajına 25 km. uzaklıkta, o tarihlerde 10.000 nüfuslu bir ilçe. Güneydoğunun feodal yapısı burada da hakim ve geçerli. Anlatacağım olay sıradan bir polisiye görünse de, sonrası ilginç ve düşündürücü...
Esnafın biri cadde üzerindeki manifatura dükkanından
güpegündüz hırsızlık olduğunu telefonla ihbar edip şikayette bulununca, ekibi
sevk edip olay yerinin görgüsünü yaptırıp, dükkan sahibinin karakolda ifadesini
aldırarak soruşturmaya başlıyoruz. İfadesinde sayısını tam veremediği dükkan girişindeki takım elbiselerini çalana
ait bir isim ve eşkal vermesi üzerine Atatürk Barajı şantiyesinde çalışan
eşkale uygun birini araştırıyoruz. Aradığımız şahsın bugün doktordan sevk
alarak işlemleri için izin alıp şantiyeden ayrıldığını yetkililerden öğrenmemiz
üzerine, Baraj giriş-çıkışındaki
jandarma noktasına isim ve eşkal veriyor, şahsı ikindi üzeri ilçe-giriş
çıkışındaki yol uygulaması sonrası
yakalayıp gözaltına alıyoruz.. Diğer şahsı ise bu kişiden öğreneceğiz.
(Atatürk Barajının büyüklüğü nedeni ilçe
nüfusu paralelinde bir nüfusa ulaştığı, yöre halkına öncelikle iş verildiğinden,
ayni ad-soyadlı birden fazla kişiye rastlamak olağan şeylerdendi. Bunun için
eşkale de önem vermek gerekiyordu. )
Şahıs bize her
şeyi fazla sorun çıkarmadan olduğu gibi anlatıyor. Zaten o gün Gaziantep SSK’ya
sevk yaptırmış, böbrek ve ciğerlerinden tedavi görmesi gerekiyormuş. İlçede
kayınbiraderi ile karşılaşıp sağlık durumunu anlatmaya çalışıyor. Daha önce
hırsızlıktan vb. suçlardan sabıkalı kayınbiraderi de bunu yanına alarak bahse
konu dükkana birlikte giriyorlar. Bunlar baraj tarafındaki köylerden olsalar da
az çok esnaf tarafından tanınıyorlar. Ve de zaman zaman bu esnaftan alışveriş
yapıyorlar. İşçi , esnaf ile kendi durumu ile ilgili görüşürken bir ara kayınbiraderi
dışarıya çıkıyor. Arkasından işçi vatandaşımızda dükkandan çıkıyor. Bakıyor
dışarıda kayınbiraderi yok. Sağa-sola bakınsa da göremeyince oradan ayrılıyor.
Esnafta bunların durumuna şaşırıyor, bir anlam veremiyor.
Kayınbiraderi kaşla göz arasında dükkan dışında
asılı duran 3 takım elbiseyi alarak kaçmış. Barajdaki İşyerine uğradığında
kalmış olduğu yatakhaneye takım
elbisenin birini bırakıp üzerine not yazıp, kayıplara karıştığını öğreniyor. Bu
zaman dağarcığında takım elbiseyi alarak Urfa’daki Mezat’a (ikinci
el eşya alınıp satılan pazar) götürüp satıyor, dönüşünde de ekiplerimizce
yakalanıyor. Satmasının nedenini de hem korkusundan hem de hastaneye
gideceğinden para ihtiyacını gidermek için olduğunu anlatmaya çalışıyor. Ve
davranışı ile de kendini suça ortak ediyor.
Dükkan sahibi
bu iki şahsın durumundan işkilleniyor dükkanın dışına çıktığında takım
elbiselerinin bir kaçının olmadığını görünce şüpheleneceği ilk kişi bunlar
oluyor. O arada başka gelen giden olmadığı gibi bunların davranışları, geliş ve
ayrılışları kendilerini ele veriyor. Kayınbiraderi profesyonel olduğu kadar işçi
vatandaş da o kadar amatör, aslında alış veriş yapmış olduğu bir esnaf.
Kayınbiraderinin doğru bir adam olmadığını bilse de hırsızlık amacıyla kendini
kullanacağını hiç aklına getirmiyor.
Bazı olayların aksine çok özellik arz etmese de bu
olayda ekibin başında tahkikatı direk
yönetiyor, memurlara yapmaları gereken ayrıntıları notla bırakıyordum. Atatürk
barajındaki işçi yatakhanesindeki dolabında arama yapıyor, arkasından eşyanın
parasını zapta geçerek, malı sattığı Urfa’daki mezata gidip, dükkanı buluyor,
malı alıyor, dükkan sahibinin ifadesi
ile tutanak tanzim ederek Bozova’ya
dönüyoruz. Şahsı olay yeri dükkanda yer
gösterme yaptırdıktan sonra nezarete koyuyoruz. Kendisine yiyecek bir şeyler
söyleyecekken “İnci Baba” lakaplı şahsın yapılacak olan genel seçimlere bu
bölgeden bağımsız milletvekili adayı olarak katılması ve seçim çalışmaları
nedeniyle promosyon olarak Karakola göndermiş olduğu dürümlerden payıma düşeni
kabul etmeyip ona verdiriyorum.
(O seçimlerde bölgenin
ve ülkenin tanınmış simalarından Yaşar Nabi İnciler memleketi Urfa’dan bağımsız
milletvekili seçilebilmek için yeterli oy almasına rağmen oy pusulalarına
ad-soyadının yazılması gerekirken halk tarafından bilinen İnci baba lakabının
yazılması sonucu yaklaşık 35.000 oy geçersiz sayılarak milletvekili olamaz.)
Nezarete koydurduktan sonra
bizden isteği olan sigara içmesine kısıtlı da olsa izin veriyor, yakınlarından
battaniye getirmelerini istiyoruz. “Bizim hırsız yakınımız yok” diye kimse
sahip çıkmıyor. Bende saat 24:00’den sonra tedbir olarak nezaretten çıkartarak nezarethanenin
yanındaki personel tarafından lokal olarak kullanılan odada kaloriferin
yanındaki banklara uzanması için talimat veriyor, üzerine örtecek bir şeyler
verdiriyor, gece gurubundaki personele doktor raporunu göstererek dikkat
etmelerini tembih ediyorum. O gece Jandarma ile koordineli olarak firari olan
sanığın köydeki evlerine baskın yapsak ta bulamıyoruz. Aslında bizde
bulamayacağımızı düşünmüş olsak ta evrakın gereği olarak bu aramayı yerine
getiriyoruz. Düşündüğümüz gibi, malı kapıp kaçmış; ver elini güney illeri.
Sabah
gelince arkadaşlar zanlının herhangi bir şey yemeyip sadece çay ve sigara
içtiğini söylüyorlar. Zaten işin gerçeğini bize anlatırken bile oldu bittiye
oyuna geldiğini, başkasının daha doğrusu kayınbiraderinin kendisini yakarak,
hırsız olarak başkalarına rezil olduğunu, kimsenin yüzüne bakamayacağını
defalarca bizimle paylaşıyor. Bizde kendisine acıyor, fakat yapacak bir şey bulamıyorduk.
Ona hırsız değil de normal bir işi olan kişi gibi davranıyor, moral vermeye
çalışıyor, kayınbiraderini yakalayınca kendisinin suçsuz olduğunun ortaya
çıkacağını söyleyerek teselli ediyorduk. Adam vicdanen kendini mahkum etmiş,
sürekli niçin yaptım diyerek hayıflanıyordu. Bazen uzun süreli konuşmayarak
sabit bir noktaya kenetleniyordu. Evrakla ilgili işlemleri bitirdikten sonra
öğleden sonra Adliyeye çıkartıldığında tutuklanarak ilçe cezaevine alınıyor.
O
gece yarısı saat 03/04:00 gibi uyandırılıyorum. Bugün tutuklanan hırsızlık
zanlısının cezaevinde ölmüş olduğunu duyunca içim geçiyor. Cezaevine girdikten
sonra hiçbir şey yemeyerek, sigara içip
kendini kahrederek yaşamına bile bile son veriyor. Gerçekten üzülmemek elde
değil. Tahkikatı başından sonuna kadar ben yürüttüğüm ve yakinen tanımaya
çalıştığım için bu işi istem dışı oyuna getirilerek yaptığına, günahı
olmadığına inanıyordum.
Zaten
gururlu bir yapısı olmasa kendi kendine kahrederek ölümüne sebep olmaz, yan
gelip yatardı. Yapmış olduğu suç genel suçlar kapsamında devede kulak kalır,
fazla bir ceza almazdı. Ama o vatandaşımız bu olayın ortaya çıkmasını,
duyulmasını, insanlara nasıl açıklayacağını bilemiyor, için için kendini
yiyordu. Hayatında ilk kez beşer-şaşar şeklinde hataya düştüğünü bir anlık
basiretinin bağlanması karşılığında düştüğü durumu kabullenemiyor, bir türlü
kendini affedemiyordu. Bazı insanlar dostlar alışverişte görsün diye iş açığa
çıkınca, görüntü yapar tiyatro oynarlar, bu ise gerçeği oynamıştı. Ciğer ve böbreklerinden olan rahatsızlığı
daha da nüksederek ölümünü çabuklaştırmıştı. Bir nevi uzun süreli intihar
kararı gibi bir şey..
Geceden
cenaze sağlık ocağının morguna kaldırılarak Savcı Hanım tarafından otopsi
yapılıyor. Yakınları hemen ölüm teşhisini koyup “kişinin emniyet
tarafından geceden öldürüldüğüne” dair fısıltı şeklinde dedikodu
yaymaya başlıyorlar. Sabahleyin yanıma gelen memurlar çarşıda herkes “polis
tarafından nezarette ölümüne dövülerek, cezaevinde de öldüğünü”
konuşuyorlar diyor. Bizi tanıyan esnafta böyle bir şey olup olmadığını
telefonla soruyorlardı. Sağlık ocağı çevresinde önlem aldırıp, ilçe içerisinde
de önlemlerimizi artırıyoruz. Cenaze köyde defnedileceğinden cenaze gidene
kadar Jandarma ile koordine kurarak ilçe merkezinde olay olmaması için tüm
önlemlerimizi alıyoruz.
Dirisine
sahip çıkmayan insanlar, yakınları ölüsüne sahip çıkıyorlardı! Karakola
battaniye, yemek getirmeyenler, timsah gözyaşları dökerek ajitasyon yapıyor,
provokasyon için ortam gelişiyordu. İşte
bu süreçte akıllı olmak sağduyulu hareket etmek gerekiyordu. Şaka-maka yarım
gün içerisinde polise karşı olumsuz bir hava yaratılmış, vatandaşta cehaletinden inanmaya başlamıştı.
Kaderci-kapalı toplumların yapısı diyorum;
Geri kalmışlığın genel
yazgısı: anlamadan, bilmeden, araştırmadan, kulaktan dolma bilgilerle yargıya
varmak, karar vermek işin kolay olanı. Emek, alın teri istemez hazıra konar,
içgüdülerinle hareket edersin..!
İlçede sessizlik ve gerginlik hakim, cenaze herhangi
bir olumsuzluk olmadan köyüne götürülüp defnediliyor. Asıl suçlu ise piyasada
yok, kaçak. Olayın üzerinden birkaç ay geçtikten sonra köyüne jandarma ile
muayyen saatlerde baskın yapmamıza rağmen yakalayamıyoruz. Ailesine ölen
damatlarının vebali oğullarının, onu bir an önce bize teslim edin, diyoruz. Onlarda
“Allah belasını versin diyorlar. Buralara gelmediği gibi kendilerini
aramadığını, adlarını kötüye çıkardığı için ondan nefret ettiklerini”
belirtiyorlar. Tabi ki bunlar bize pek yabancı gelmiyor. Ölen çocuğa da ilk
başta lanet okumuş, arkasından ölüsüne sahip çıkarak bizleri suçlamış,
şikayetçi olmuşlardı.
Ölüm olayı ile
ilgili şüpheli bir durum olmasa da Cumhuriyet Savcılığı otopsi sonucunda alınan parçaları Adli Tıp’a
gönderiyor. Ardından dava vekili avukatlar tarafından hakkımızda “işkence
sonucu ölüme sebebiyet vermek” iddiasıyla Cumhuriyet savcılığına suç
duyurusunda bulunuyorlar. Bir olumsuzluk olmadı
ama ters bir sonuç çıkarsa diye tedirgin oluyor, hop oturup hop kalkıyorum. 3-4 ay sonra gelen Adli Tıp raporunda
“şahsın ciğerleri ile ilgili yetmezlik sonucu hayatını kaybettiğini başka
herhangi bir durum olmadığı” açıklanınca rahatlıyorum.
Kaçan asıl zanlımız ile ilgili
Mersin, Kıbrıs arası yer değiştirdiği, yer altı eğlence dünyasında fedai olarak
çalıştığı, her türlü gayri meşru işlerle uğraştığı istihbarı rapor olarak
geliyor. Ancak bu şahıs bizden önce güney illeri polisince değişik suçlardan
aranıyor. Olaydan yaklaşık bir yıl sonra yakalanarak Mersin’de cezaevine
giriyor. Bizim evrakta oradaki suçla birleştiriliyor. Asıl sanık bizlerle ve
ölümüne sebebiyet verdiği eniştesinin varlığı ile yüzleşmiyor. Ama yıllar
içinde dul bırakmış olduğu kız kardeşinin bedduası yerine gelmese de,
yeğenleri, öz dayılarına kinlerini hiç tüketmeyecekler. Belki de olay aile
büyükleri tarafından gerçekliği ile çocuklara anlatılmayarak aile içersinde bir
sır olarak saklı tutulacaktır.
Belki de; babalarının ölümünü polisten, devletten
bilecek ve devlete güven duymayacaklardı. Bu yanlış yönlendirme gizli bir kan
davası şeklinde, kin ve nefretle bezenerek devlete karşı yönlenecektir.
Gerçekler dosyalar içerisinde tozlu raflarda, bizlerin belleklerinde kalacak
asıl suçlu bedel ödemek yerine kendini inkar edecekti.
(O yıllarda devlet otoritesinin terör örgütü tarafından yıpratılmaya
çalışıldığı yılların ortalarıydı. Örgüt karargahındaki isimler ilçeye yabancı isimler
olmadığı gibi Bozova bölgesi de bu açıdan farklı bir özellik sergiliyordu!)
Ancak
feodal toplum yapısının insana değer vermediğini yaşayarak görüyoruz. İnsana
verilen değer azdan öte yok gibiydi. Buralarda iş gören hayvanlar, ekilen
topraklar daha değerliydi. İnsan ise ölünce-öldürülünce değer kazanıp geride
kalanlara ‘kan parası’ adıyla rant sağlayan gelir kapısı olmaya devam eder. Yas
tutulacak, timsah göz yaşları dökülecek, töreler uygulanacaktı..!
Remzi KOÇÖZ
Dip Not:
(*) Çağın Polisi Dergisi, ‘Polis Meslek Anıları’, Yayın No:1, Ankara-2004, s.228-233